Siyaset tarihimizde, çok partili dönemde köyden başbakanlığa yürümüş şehit Menderes’ten sonra merhum Demirel geliyor. Demirel’in çocukluğu, içinde büyüdüğü şartlar ve çobanlığı hep hatırlatılıyor.
Köylülüğü bir değer olarak göremeyen ve dudak bükenler o kadar çoğaldı ki… Onun toprakla irtibatını düşünmeyenler, vatanın birinci derecede sahibi olduğunu da unuttular. Dinsiz Batı felsefesinin sefahetçi kapitalist cereyanlarının yardımıyla köyün değersizleştirildiğini, köylülerin de itibarsızlaştıklarını herkes göremiyor. Toprağa bağlı milyarları metropollerin sefil varoşlarında toplatan politikaları global düzeyde incelediğimizde, neoliberallerin Latin Amerika ve Batı Afrika’da fonlarıyla uçsuz bucaksız tarım arazilerini tamamen kapattıklarına şahit oluyoruz. Neoliberallerin; AB ülkeleri, İngiltere, Avustralya ve İsrail’deki topraklara neden yanaşamadıkları da ayrı bir yazının konusu. İsrail çölü ıslâh ile meşgulken, köylülerimizin köyden kopup şehirlerin varoşlarına nasıl toplandıklarını hüzünle seyrediyoruz.
Demirel’i çok yakından tanımaya başladığımızda; Adalet Partisi’nin en büyük desteği köylüdendi. Seçim sandıklarının ilk açılışı Halk Partilileri mutlu ederken, o günün şartlarında geciken köylünün reyi zaferi belirlerdi. Isparta’nın susuzluktan yanmış güllerinin hikâyesiyle yaşamış Demirel’in en büyük merakı barajlardı, sulamaydı ve köylüye hitab eden tarımdı. 1976’da, Bursa’da on dönüm arazisi olan kişi zengin sayılırdı. O zamanlarda, devlet köylüyü tüketim canavarına henüz teslim etmemişti. Zira Demirel, kendisiyle köylünün arasına kimsenin girmesine müsaade etmiyordu. Ülkenin köylerinin isimlerini tek tek biliyordu ve çoğu köylerde tanıdıkları vardı. Onlara isimleriyle, hattâ lâkaplarıyla sesleniyordu.
Köylü milletin efendisidir, sloganını üretenler; çamurlu çarıklarıyla köylüyü Ankara’ya sokmamışlardı. Demirel ise köylünün ayağına gitmiş, sofrasında oturmuş ve taziyesinde onunla hüzünlenmişti. Şehirle köyün yolunu açarken; köylünün toprağını, hayvanını ve yetiştirdiği ürününü özel katkılarıyla değerlendirtmişti. “Şehirde ne varsa köyde o olacak” hedefine ihtilâlsiz ve devrimsiz yürümeye çalışmıştı. Okullaşma oranına baktığımızda eğitimin köylünün ayağına gittiğini görüyoruz. Köyden şehre okumaya giden çocukların “devlet kapısı” engelini Demirel aşacaktı. Kendisinden önceki zamanlarda; üniversitede akademisyen, mülkiyede amir, bürokraside genel müdür veya teknokrat olmak için ya hanedana mensup veya Kemalistlerden icazetli olma şartını o kaldıracaktı. Yani devletin kapılarını köylüye sonuna kadar açacaktı. Gel gör ki; o köylerden çıkıp okumuş dindar kesimin çocuklarını Kemalistler, bir başka oyunla Demirel’in karşısına “Siyasal İslâmcı” olarak çıkarıp, nankörlüğün meyvelerini devşireceklerdi.
ÇOBAN SÜLÜ…
Köylü olup çoban olmamak nadirattandır. Tahsil hayatımızın yaz tatillerini çoğumuz ya dağda, ya da bağda geçirmişizdir. Bu yönüyle de Demirel bizden biriydi. Tabiatı, hayvanları ve çevreyi doğru okuyamayanlar, insanları hiç anlayamazlar. Peygamberlerin çobanlık yapmış olmalarının bir hikmeti, bu sosyal psikolojiyle izah edilemez mi? Tabiatı içindekilerle birlikte küçümseyerek terk edenlerin oyuncaklarıyla gururlanmaları, modern zamanlardaki insanların yuvarlandıkları dehşetli çukurlardan biri olsa gerek.
Gelişmiş teknoloji ile toprağı ziraatte buluşturmak Demirel’in en büyük sevdalarından biriydi. Kendi zamanının en ileri teknolojisini, köylüyü borca batırmadan köye ulaştırdığında duyduğu hazzı bütün dünya ile paylaşırdı: Ümit, sevgi, gelecekten emin olma ve cesaret…Hangi barajın kaç metreküp su topladığını, hangi ovaya kaç yüz kilometrelik kanal yapıldığını ve hangi yaylalarda köylünün ne kadar baş hayvanı olduğunu rakamlarla açıkladığında, herkesi şaşkına çeviren bir üslûba bürünürdü.
KÖYLÜ ONU HİÇ UNUTMADI…
Vatanının hangi köşesinde hangi meyve veya sebzenin, mevsimin hangi diliminde ortaya çıktığını bildiğinden, köylüye farklı bir dil kullanır, hususî bir diyaloğa geçerdi. Kemalistlerle komünistlerin ortaklaşa düzenledikleri 12 Eylül ihtilâlinde köylüler Ankara’dan Eskişehir, Bursa, Karacabey ve Çanakkkale’ye bir insan zinciri oluşturmuşlardı. Ankara’ya döndüğünde ise, Türkiye’nin dört bir bucağındaki köylüler, elleri kolları dolu dolu Güniz Sokağa taşınıyorlardı. Kendilerinden birine veya akrabalarına gösterdikleri bu ilgiye, müstebit Kemalistler dayanamamışlardı. Evinin mutfağında Kars’tan Aydın’a her yerden gelen memleket mahsulleri eksik olmazdı. Tarhanasından kurutulmuş kışlık sebzesine kadar. Köylü Demirel’in arkasında, sadâkat ve teslimiyet içinde dimdik durmuş Hanımefendi’yi de rahmetle anmadan geçemeyiz. Köylülüğü ikisi birden tamamlıyorlardı. Nazmiye Hanım köyü, köylüyü ve köyden geleni anlayamasaydı, Çoban Sülü tek başına ne yapabilirdi ki?...