Neoliberalizm denilen, dinsiz Frankfurt okulu feylesoflarına dayanan ve bilhassa Kuzey Avrupalı Karl Raymund Popper’ın “açık toplum” görüşünden beslenen bu ideoloji ve hareketin mahiyetini bilmeden, otuz seneyi aşkındır ülkemizi kevgire çeviren hadiselerin gerçek yüzünü tanımamız, bize göre mümkün görünmüyor.
12 Eylül İhtilâli’nin üzerinden 35 sene geçtiği halde, bu dehşetli ve münafıkane ihtilâlin mahiyetini millet olarak anlayamadık. Darbeyi Amerika yaptırdı, NATO’nun dahli vardı ve Türkiye Kemalistleri organize etti, diyerek geçiştirmemiz, yalnızca cehaletimizi ele verir. Peki neden Özal ve ekibinin eliyle yapılan bunca tahribatlara engel olunamadı, sorusu hep havada kaldı… Veya cuntanın dipçikle bu millete parafe ettirdiği bir anayasayı niye hâlâ değiştiremiyoruz… Veya 12 Eylül sürecinin raydan çıkışını düzeltenlerin “balans ayarı”na siyaset neden cevap veremedi… Veya AKP’nin kuruluşu için fetva arayanlar, neden eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’ı Kenan Evren’e gönderip Paşadan “icazet” aldılar…
Siyasetin bağımsız olamadığını biliyoruz. Bediüzzaman’ın tabiriyle; bilvasıta olan idare Avrupa’dan gelen ses ve makama göre oynuyor. Öyleyse, o günlerde Batıda olup bitenleri doğru analiz etmemiz gerekiyor…
13 Ekim’de Sam Ben-Meir’in “The Failed Dogma of Neoliberalism” (Neoliberalizmin Başarısız Dogması) başlıklı bir makalesi consortiumnews.com’da yayınlandı. Makaledeki bütün fikirlere katılmamakla beraber, bazı bilgilerin karartılmaya çalışılan neoliberalizmi tanımamıza yardımcı olduğu kanaatindeyim. Margaret Thatcher’ı, Karl Popper’in düşüncelerinin takipçisi ve tatbikçisi olarak tanıyor Avrupa… Çoğu kez Amerika’ya lokomotif olmuş İngiltere’deki uygulamanın, dönemin başkanı Ronald Reagen’ca ABD’de tatbik edildiğine şahit oluyoruz. Batı dünyası Reagan ile Thatcher’ın dönemlerinin ülkelerine faydalı mı, zararlı mı olduklarını tartışa dursunlar. Fakat Popper’ın modern komünizmi “liberalizm” olarak tanıtan fikirlerinin dünyamızdaki menfi etkilerinden olacak ki, bundan böyle hem o dönemin kirli yüzünü ve hem de modern Frankfurt Mektebinin vahşi düşüncelerini örten renkli örtüler bir bir kaldırılmaya başlanacak.
12 Eylül olmasaydı, neoliberalizm 30-35 sene sonra etkileriyle Türkiye’de görünebilirdi. İhtilâlin, Pentagon ve NATO içindeki komünistlerin yardımıyla yaptırıldığını bilenler, ihtilâl sonrasında uygulanacak neoliberal programları yazmışlarsa da ben okuyamadım. Veya Thatcher’in dayandığı felsefenin mahiyetini bilseydi milletimiz, alternatifsizliği oynayan Özal’ı kısa zamanda devirebilirdi. Thatcher, değişimin üstadı olarak kabul ettiği Popper gibi “Ben ruhu, insanların yaşadığı kavram dünyasını değiştirmek için buradayım” diyordu. Sürgünde “Açık Toplum” kitabını yazan Popper, talebesi kadar cüretkâr değildi, fakat hiçbir doğruyu kalıcı doğru olarak kabul etmemekle, değişimin- bize göre kaosun- önünü açıyordu. Müslümanlardaki icmaı ve Batıdaki “efkâr-ı umumiyeyi,” fikir birliğini, Marksizm’den devşirdiği yeni fikirlerle paramparça ediyordu. Doğru sabit olmadığına göre yanlış neydi… Özal’ın halk tarafından bilinen yüzlerce yanlışı vardı… Fakat doğru ne idi… Özal’ın peşine taktığı kapital ve gizli dış güç, millete rağmen onu her yerde “ kuvvetli” konuma getiriyordu.
Neoliberalizmde; eski solun “emek, mağduriyet ve fukaralık” unsurlarının yerini, “kapital” ile değişim almıştı. Lenin’in devrimi “değişim” ile devam ediyordu. O günlerde hem Batıda, hem de Türkiye’de “değişim” ve bilhassa “açılım” gözde kelimelerdi. Özal’ın özelleştirme kapsamında millî sermayeyi ortaklarına peşkeş çekmesi ve halkla alay ederek “bana alışırsınız.. alışırsınız…” demesinin arkasındaki istinadın neoliberaller olduğunu, maalesef geç anlayabildik.
Özelleştirmeyi Thatcher başlatmıştı, fakat İngiltere ve Amerika’da kanun hâkimiyeti var. Olağanüstü hallerde bile siyaset, yargının önünde düğmelerini ilikliyor. Ya bizde… Ayrıca kanunî düzenlemelerden sonra, global düzeyde aralarında organize olmuş büyük ticarî kuruluşlar küçükleri yutmaya başladılar. Meşhur köpek balığı ve çekirge sürüsü teşbihleri bundan sonra çıkmıştı. Yani sermaye belli ellerde toplanarak; hem global sömürgenin yolu açılacak, hem de demokrasi sermaye silâhı ile çalışamaz hale getirilecekti.
ALTERNATİFSİZLİK, DEĞİŞİM VEYA DEVRİM...
Demir Lady’nin önemli bir parolasını yeni öğrendim. “There is no alternative.” Yani başka alternatif yok. Hatta bu parolayı kısaltmışlar; TİNA… Alternatifsizlik kelimesinin bugünkü tedaisi ile otuz sene önceki tedaisi çok mu farklı idi… Neoliberal sermayenin güdümündeki iktidarlar hangi metotlarla alternatifsiz hale getiriliyordu... O dehşetli sermaye ile siyaset âleminde nasıl bir tezgâh çalıştırılıyordu. …Karizmatik kişilerden bazı kurumlara kadar para ve baskının buralardaki rolü neydi… Gözü dünyaya açılmamış iş dünyamızın “değişim!” karşısındaki konumu ne idi… Londra neden finans merkezi veya cenneti olarak dünyaya tanıtılıyordu…
Hafızamızı zorlayalım: Çelebiler, Tanerler, Kahveciler ve diğerleri… Özal, New York sokaklarında dolaşırken bu gençlerle tesadüfen karşılaşmamıştı her halde… Bugün için de aynı durum geçerli mi… “Türk Baharı”nda çalıştırılmış Washington ve Londra orijinli genç siyasetçiler… Özelleştirmede “Yap- işlet”te ulaşılan son durak… Alternatifsizlik senaryolarının perde arkaları… Bütün bu olup bitenleri neoliberallerin fonları aracılığıyla elimize tutuşturdukları programlardan bağımsız düşünmemiz elbette mümkün değil… Demokrasiyi tahrip eden alternatifsizlik sürecini dünyanın bir çok coğrafyasında devreye sokan neoliberallerin yine ancak Kur’ân hakikatleri, İslâm Ahlâkı ve insaniyetin inkişaf ettirilmesi ile durdurulabileceğine olan inancımız kuvvetleniyor.
NETİCE: M.Thatcher’ın başlattığı kavram ve anlamlardaki değişiklik sürecinin dünyayı mahkûm ettiği ahlâksızlık, rüşvet, emniyetsizlik ve anarşiyi hep birlikte yaşıyoruz. Herkesin şikâyet ettiği “kavramların boşaltılması” hadisesinin Popper’a dayandığını maalesef Türk entellektüeli uzun süre anlayamadı. Yalanın, hilenin, fırıldağın, rantın, zulmün, ihanetin, ikiyüzlülüğün, kirliliğin, cehaletin, korkaklığın, riyanın, nifakın, iffetsizliğin ve enaniyetin bazı değerlerin yerine geçip külâhlarını giydiklerini artık öğrenmek zorundayız. Okumadan, öğrenmeden, karşılaştırmadan, en önemlisi de tefekkür süzgeçlerimizden geçirmeden hakikati öğrenmemiz mümkün değil.