Tarihin önlerinde saygıyla durduğu bu iki deha şahsiyeti, Risale-i Nur’daki iktibas ve ilgiler çerçevesinde ele aldığımızı biliyorsunuz. Yoksa genel yaklaşımla bu iki zatı değil bir makalede, birkaç cilt kitapta da ifade etmek mümkün değildir. Prens Bismark’tan Risale-i Nur Külliyatı’nda en az dört-beş yerde bahsedildiğini daha önce belirtmiştik. Yakın Alman tarihçilerinin, Bismark’ın ademe mahkûm ettikleri birkaç önemli hususiyetini kısaca izaha çalışacağız.
Bize göre: Şarlman’ın başardığı ilk Avrupa Birliği’nden sonra, dağılan Avrupa’nın tekrar toparlanma sürecine Bismark evvelâ “Almanya Birliği“ ile başladığından, bütün tarihçilerce ”önemli şahsiyetler“ arasında kabul edilmiştir. Hıristiyanlık ve Yahudiliğin tahrif edilişini ve muharref halleriyle bu dinleri tenkit ettiği halde, Birliğe giden süreci Frankfurt Paul Kilisesi’nde başlatması, netice itibarıyla onun dindar bir şahsiyet olduğunu gösteriyor. Avrupalılar ve bilhassa Almanlar için fevkalâde önemli olan bu noktayı kısaca geçiyoruz.
Said Nursî’nin hem feylesof, hem devlet adamı ve hem de siyasî deha kabul ettiği Bismark’ın gizli kalmış ve kasten günümüz nesillerinden kaçırılan diğer önemli husûsiyeti ise; demokrasi içinde sosyal adaleti esas alan parlamenter devlet sistemini ilk olarak başlatmış olmasıdır. Kurucusu olduğu devletin başbakanlığını Kral Wilhelm’in elinden alıp, Avrupa’daki en mütekâmil meşrûtiyeti kurmaya çalışması, onu muasırlarından ayırıyor. Çok okumuş, araştırmış, düşünmüş ve fikir teatisinde bulunmuş… Müstevliler Bismark’ın mektuplarını şimdilik rafa kaldırmışlar, belki de imha ettiler. Zira günümüz Avrupa Birliği’ne giden süreci İslâmiyetin “sosyal adalet“ geleneğinden aldığını, hem sözleriyle ve hem de icraatıyla isbat ediyor. Bir devlet temsilcisi, siyasî hareket kurucusu, idareci ve politikacı olarak Peygamberimize (asm) ve Kur’ân’a olan hayranlığını tahlil ettiğimizde; onun Hz. Ömer döneminde sistemleşmeye başlayan İslâmiyetin demokratik ve adil idaresine olan ilgisi kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Avrupa’yı günümüzün demokrasi ve adalet anlayışları itibarıyla örnek hale getiren değerlerin Bismark ile icraya konulmaya başlandığını rahatlıkla görebiliyoruz.
Materyalist, Marksist ve diğer sosyalistlerin bu feylesofa düşmanlıkları da bilvesile açığa çıkıyor. Bu yıkıcı ve inkârcı felsefenin mahiyetini iyi bilen Bismarck, Karl Marks ve arkadaşlarının 1870’lerde Paris’te başlattıkları fitne ateşinden çok önce düşüncelerinden dolayı ihtilâlci Marksistlerin hedefine oturmuştu. Yahudi asıllı terörist Ferdinand Kochen-Blind’in yakın mesafeden ateşlediği mermilere hedef olmuştu, fakat yalnızca bedeninde sıyrıklara yol açmıştı suikast kurşunu…
Feylesof ve düşünür olarak hem 19. asrı ve hem de 20. asrın ilk çeyreğini Kuzey Avrupa’da etkileyen Bismark’ın takipçilerinin sosyalist, komünist ve bolşeviklerle Berlin’deki mücadelesi, başlı başına incelenecek bir sahayı teşkil ediyor. Yakın Alman tarihinde çok etkili olan bu dinsizlik hareketinin (Said Nursî Şimal cereyanı olarak niteliyor) “sınıf çatışması“ teşebbüslerini Almanya ve İskandinavya’da; Kur’ân’dan geliştirdiği sosyal politikalarla yok eden bir düşünüre komünistlerin düşman olmaları elbette normal karşılanmalıdır.
Demokrasiyi hazmetmiş bu siyasî dehanın, sembolik başkanlığı veya krallığı Almanların ileri gelen bir hanedanına bırakarak Alman Milletinin ilk başbakanlığını II. Wilhelm’in teklifiyle kabul etmesi, onun bir başka fazilet ve muvaffakiyeti olmalı. Hohensollen Hanedanı ile Germen geleneğini yaşatmak isteyen Bismark’ın, “Sosyal Demokrat Parti“nin manevî babası olması da gariptir. Almanya’ya ve Hıristiyanlığa düşman Kuzeylilerin “sosyal demokratları“ hangi labirentlere soktuğunu çoğumuz biliyor. Demokrasilerde, halkın seçtiği makam ve sistemlerin “niyet edildiği üzere temizce muhafazası“ genellikle zordur. Belki de, insanlarımızın yanlış anlamakta devam ettikleri “sosyal demokratlıkla“ demokrasi ve insan haklarından uzakça seyretmiş “sosyalizmi“ birbirinden ayıran noktaları ve icraatları ayrıca ele almamız gerekiyor. Ayrıca, “Şimal Cereyanı Projesi“ kapsamında Musevilikten Hıristiyanlığa geçen on binlerce Aşkenaz’a (dönmelere) dikkati çekmiş Bismark’ın, bu cihetini de söz konusu yazılara dahil edilmeli. Son olarak; Osmanlı’yı Rus eliyle haritadan silmek isteyen İngiliz ve müttefiklerini Berlin’de durdurarak günümüze dek devam edecek Türk (İslâm) ve Alman dostluğunun temelini atan kişinin de Otto Bismark olduğunu ifade ile yetinelim.
General Hindenburg’a gelince… Asîl bir aileden gelen ve zamanının en güzel eğitimini alan; hem asker ve hem de feylesof olan Hindenburg’un tarihçe-i hayatının öne çıkan belirgin kesitleri Birinci Dünya Savaşı öncesi, Harb-i Umumî ve Cumhurbaşkanlığı dönemleridir. Muzaffer ordunun muzaffer subay ve komutanıdır harbe kadar. Kitaplardaki hayat hikâyesine üstün körü baksanız bile anlarsınız. Birinci Dünya Savaşı’nda, yetmişe ayak basmakta olan bu harp dehasının vatanının müdafaasına koşması, onun farklı cihetine işaret eder. Onun harpteki dehası, düşman müttefiklere karşı Belçika topraklarında inşa ettiği Hindenburg hattıyla zaten tarihçe tasdik edilmiş. Galiçya’da da zafer üstüne zafer kazanacaktır Ruslara karşı… Fakat ihtilâl peşinde koşturan Troçki ve arkadaşlarının iğfal ettiği Berlinliler ve bunların kurdukları partilerin ihanetiyle harbin kaderi değişecekti… Osmanlı’nın Kuzey Afrika ve Kutul-Amare zaferleri, Çanakkale ve Hindenburg Hattı’ndaki mukavemet, İngiliz ve Ruslar’a hafakanlar yaşatmıştı… İslâm’ın ezeli düşmanı İngilizlerin Berlin’deki Bolşeviklere destek vermesi ve ajanlık teşkilâtıyla harpteki Almanya’yı karıştırmasını bazı tarihçiler ihanet olarak kabul etmedikleri gibi, Hindenburg’un ”ihanet hançeri“ nitelemesine de menkibe veya efsane diyerek alay edeceklerdi.
Hindenburg’un buradaki diğer önemli bir misyonu, Berlin’e dadanan bolşevikleri püskürtmekti. Kendisine bağlı subaylarla bu musîbetzede şehri bolşevik sosyalistlere cehennem yapan Mareşal hakkında yakın tarihçilerin yazdıkları bütün menfîlikleri bir cümle ile silen Said Nursî, yakın tarihimize farklı bir açı getiriyor. Harp Meydanındaki Mareşalin sosyalistlere karşı siyaset meydanına çıkıp Weimer Cumhuriyeti’ne Cumhurbaşkanı seçilmesi; onları ihtilâl ile başa çıkma ve bütün Avrupa’yı komünist yapma hayâlinden vazgeçirecekti. Kuzey’in soldaki dehaları silâhlı kalkışmayı burada terk edip sivilleri giyeceklerdi… Böylelikle Frankfurt, Viyana, Berlin, Freiburg ve daha onlarca yerde “semavî din karşıtı“ mekteplerini açacaklardı.