Siyasal İslâm düşüncesinin hem Türkiye’de ve hem de İslâm âleminde bağımsız hareket etmediğini, menfî ve müsbet cihetiyle Avrupa’ya bağlı kaldığını ifade eden tesbitleri Bediüzzaman‘ın Sünûhat eserinden nakletmiştik.
Avrupa’nın etkisindeki siyasal İslâmın Türkiye‘de Nurcular arasındaki çalışmasını, tesirlerini ve yansımalarını ise Avrupa telâkkileri olmadan anlamamız mümkün değildir. Yani Osmanlı demokrasisinin öncülerinden olan Said Nursî’nin 1907-1914 yılları arasındaki siyaset tecrübeleri, onu kendi zamanında haklı çıkaran bir fikre ulaştırdığından, siyasal İslâmı haricî dinamikleriyle birlikte inceleyeceğiz. Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatı etrafında topladığı “Kur’ân şakirt ve hâdimlerini” hem siyasî dış hareketlerden ve hem de Türkiye içi her türlü politik cereyanlardan nasıl muhafaza ettiği, talebelerine yönelik yazdığı lâhika mektuplarında görülüyor. Üstadın vefatıyla birlikte ortaya çıkan boşluğun nasıl doldurulduğu araştırılmadan, Nurcuların sosyal ve siyasal hareketler karşısındaki duruşunu anlamak fevkalâde zordur.
Risale-i Nur’u hayatlarının gayesi edinmiş talebelerinin, bulundukları yerde birer kutup olduğunu ihsas etmişti Bediüzzaman. Nitekim vefatından sonra, onun söylediği üzere o talebeler birer kutup olarak ve fakat geleneksel ferdiyet tarzıyla görünmeye başlıyorlar. Nurları Üstadın hangi talebesinden ilk defa almışlarsa onun etrafında gergeflenen Nurcuların bu halini gören talebelerinden Zübeyir Gündüz-alp, bu kutuplardan bir şahs-ı manevî çıkarmanın yolunun yine Risale-i Nur’dan geçtiğini esas aldığından, Nurları merkeze alan bir sistemin inşasını başlatır. Bu önemli hususun kapısını açarken Zübeyir Gündüzalp‘i; Tarihçe-i Hayat’ı, müdafaalarını, Emirdağ Lâhikasındaki mektupları, bize ulaşan notlarından derlenen kitapları ve Bediüzzaman’ın kontrolünden geçmiş konferansını dikkatle inceleyerek tanıyabiliriz. Böyle bir çalışma, Nurculuk şahs-ı manevîsinin, Üstaddan sonraki pratiğe geçişini açık bir harita şeklinde bize gösterir. Said Nursî Hazretlerinin vefatından sonra ona yakın olan talebelerinin etrafında öbek öbek toplanan Nurculara, üç ay boyunca Nazilli’de bir kulübecikte derlediği Hizmet Rehberi’yle çok önemli hatırlatmalar yapar. Risale-i Nur Külliyatında mahiyeti, hareket tarzı, hedefi, stratejileri ve bütün metodları yazılı olan bu hareket mensuplarının el kitabı mesabesine çıkan bu çalışma ile birlikte şahs-ı manevînin meşveret zemini en doğru şekliyle açılır. İstanbul başta olmak üzere, bütün Nur merkezlerindeki Nurcular “meşveret-i şer’iyye” etrafında toplanır. Bediüzzaman Hazretlerinin zamanını kısmen yaşayan, ondan ders alan, kimileri Barla’dan bu yana sadakatle takip eden o kahramanların meşveretleri, Türkiye’de İslâmı siyasette, ticarette ve menfaatte kullanmak isteyenleri, ittihad-ı İslâmı yalnızca siyasette takip edenleri durdurmuş ve Kemalistlerin yardımıyla sahneye çıkan Millî Nizam hareketine kadar da âlem-i İslâma nokta-i istinad olmuşlardır.
SİYASAL İSLÂMA ŞûRÂ İLE CEVAP…
Zaman içinde büyük kutupların dahil oldukları meşveret halkalarının parlaklığı, ihtişam ve cazibesi, “din ile siyaset meydanına çıkmak isteyenlerin” dikkatini çeker. Bilâhare 1964’ten sonra Bediüzzaman Hazretlerinin birinci derecedeki talebelerinin yüzde doksan beşini bünyesine dahil eden meşveretlerin şahs-ı manevîsine bigâne kalanların ister istemez siyasal İslâmın yörüngesine kaydıklarını görüyoruz. Zübeyir ve yanındaki arkadaşlarını medreselerine almayan ve ferdiyeti tercih eden zatların zamanla siyaseten Bediüzzaman’ın karşısındakilerinin etki sahasına bilmeden girdiklerini, dikkatli araştırmacılar rahatlıkla tesbit edebilirler. Cemaatin şahs-ı manevîsine dahil olmayanların siyasal İslâmcılara dolaylı dahi olsa kaymamaları sosyolojik olarak da mümkün değildi. Deha da olsa ferdin, bu zamanda Kemalizm ve diğer büyük dinsizlik cereyanlarının hücumlarından azade kalmaları elbette mümkün olmayacaktı. Said Nursî Hazretlerinin talebeleri içinde bilhassa 1967’den sonra uç veren İslâmcı siyasî harekete müsamahakâr bakan veya daha sonra rey vererek taraf olanların hayatlarını incelediğimizde, onların da Nurcuların şahs-ı manevîsini temsil eden meşveret ve şûrâya müstağnî kaldıklarını görüyoruz.
KİTABA TOSLAYAN SİYASAL İSLÂM
Bediüzzaman’ın tabiriyle zaman cemaat zamanıydı. Fert dâhi de olsa, şahs-ı manevîye bürünmüş küfür cereyanlarına mağlûp olacaktı. Kur’ân ve Sünnetten nebean eden Risale-i Nur’da her mesele halledildiğinden, Zübeyir her meselede Risale-i Nur Külliyatını meşveretlerin merkezine taşıyacak ve bundan böyle Nurculuğun teorisinin pratiğe dökülüş tarzını herkes hayranlıkla izleyecekti. Tahirî Mutlu’dan Üstadın manevî evlâdı Ceylan Çalışkan’a kadar…Nurların avukatı Bekir Berk de dahil Bediüzzaman’ın talebeliğine kabul edilmiş şakirtlerin hemen hepsi bu kitapların etrafında farklı çiçekler gibi gergeflenerek herkesi doyuran, bütün manaları ifade eden ve düşmanlarının dessasça taarruzlarına granitler gibi karşı koyan şahs-ı manevî ile siyasal İslâmın yanıltıcı cazibesine karşı koyabildiler. Üstadın siyasal İslâm metodunu benimsemiş, fakat İslâma ve Kur’ân’a gönül vermişleri incitmeden ikaz ederken talebelerini de bu yanlıştan sakındıran şefkatli bir üslûpla Muhsin Alev’e yazdığı mektubu mevzumuz için önemlidir (Bkz. Emirdağ Lâhikası, s. 281). İttihad-ı İslâm projesinin mimarı olarak Bediüzzaman bütün Müslümanları kucaklarken bu projeyi dünyevî menfaatler uğruna ve İslâma zarar verecek biçimde kullanmak isteyenlere düşünce ile müdahale ettiği gibi, Nurcular da 1967-68’lerde aynı görevi Zübeyir Gündüzalp’in de içinde bulunduğu şûrâ ile yapacaklardı. Risale-i Nur’u hür bir ortamda merkeze koyan Zübeyir Gündüzalp’in etrafında saff-ı evvellerin dizilişleri, kitabın cazip hitabelere ve prensiplerin mahalle kültürüne galibiyetini de gösteriyordu.
Bu mevzuda inşaallah yazmaya devam edeceğiz…