İman, Kur’ân hizmetleriyle ilgilenirken, elbette herkesin ilgi ve alâka düzeyi aynı olmamaktadır. Kişinin muhataplık düzeyi ile iman, şuur ve ahlâkî düzeyi paralellik göstermesi gerekir.
Bazıları, “Orada da bizim ismimiz bulunsun” kabilinden kendini vicdanen rahatlatan bir birliktelik, bir aidiyet içerisinde iken; bazıları, ‘Bu işler olsun, ama ben bu işin dışındayım’ tarzı bir duruş; bir diğer grup, ‘Her türlü maddî ve manevî varlığımla bu hizmetleri kendi özel işlerimden daha öncelikli görüyorum. Ve bunun için de ciddî çaba, gayret ve şevk içerisindeyim’ tarzında; diğer bir grup da ‘Bu işler olsa da olur olmasa da olur.’ gibi neye hizmet ettiğini bilmeyen, hangi dairede bulunduğunu idrak edemeyen şuursuz bir varlık göstermektedir.
Bundan başka Risale-i Nur satırlarında yine bir sınıflandırma dikkatleri çeker. Dost, kardeş ve talebe.
Dostlar, Üstadın şahsıyla ve zatıyla; kardeş abdiyet ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetiyle; talebe ise, Kur’ân’ı hakimin dellâlı cihetinde hocalık vazifesindeki şahsiyetiyle alâkadar olmaktadır. Bu sınıflandırma aslında çok manidardır. Üstad, bu sınıfların özelliklerini zikrederek kişinin aslında kendi iç derinleşmesini ve yolculuğunu yaparak kendini iman Kur’ân hizmetinde konumlandırmasını istemektedir. Bu konumlandırma kişinin kendi içerisinde olacağı gibi onu konumlandıranların da Üstad’ın belirttiği tabakalara bu kişilerin liyakati olup olmadığını tesbit etmesi çok mühimdir.
Bütün içtimaî ve cemaatî problemlerin doğduğu nokta; kişinin lâyık olmadığı makamlarda hizmet etmeye kalkması ve lâyık olmayanları o makamlara seçenlerin liyakatsizliğidir.
Onun için herkesin kendi durumunu, konumunu belirleyip ona uygun bir tavır ve hizmet tarzı içerisinde olması gerekmektedir. Yani talebe ile dost pozisyonundaki kişiden beklentinin aynı olmaması icap eder.
Yani komutan ile erin nasıl ki kendine ait rolleri ve hizmet gerekleri varsa, birinden beklenen diğerinden beklenemez ise, hizmetlerde de sorumluluk makamındaki kişilerden beklentiler ile o makamda olmayanlardan o gerekleri beklemek çok da anlamlı olmayacaktır.
Sorumluluk makamındakilerin de, ‘Neden dostlar işin tam orta yerinde değil, neden Üstadın fikri boyutları doğru anlaşılmıyor?’ gibi bir beklenti içinde olmaları doğru olmasa gerektir.
Dosttan talebe ahlâkı beklenmez. Talebe konumunda olanlardan da dostun hassası beklenmemesi icap eder. İşte cemaat faaliyetlerinde de problem, makamın gerektirdiği liyakati göstermeyen kişilerde olduğu gibi onların makamını tam tesbit edemeden, o kişileri sorumluluk makamına seçen ve sevk edenlerdedir.
Adi bir neferi müşir makamına koymak nasıl ki hem o nefere yük, hem de o makamda olanların yapacağı işlere perde ve zulüm olmaktadır, aynı şekilde büyük sorumlulukları omuzlarında taşıyan kişilerin de o makamın gereği olan ahlâkı taşımayıp, bir nefer gibi sorumsuz veya basit şeylerle meşguliyeti de yine o makama bir zulüm, şahs-ı maneviye bir hakaret olduğu gibi, kişiyi de şeytana maskara haline getirmektedir.
Hasılı; kişinin ,‘Ben hizmetler içerisinde ne kadar hastalıklarımı tedavi edebiliyorum, ne kadar şahs-ı manevî içerisinde enaniyetimi eritebiliyorum, ne kadar ihlâs ve uhuvvet hakikatlerini nefsimde yaşayabiliyorum, ne kadar hadiselere, olaylara Risale-i Nur penceresinden bakabiliyorum’ diye bir muhasebe ve murakebe ile sorumluluk makamını tesbit etmesi ve o makamın gerektirdiği ahlâkı takınması pek çok içtimaî ve cemaati problemlerin çözümü olacaktır.