Hayatlarımızı korku yönetmeye başladığında, güvenlik arayışımız, nokta-i istinat ve istimdat ekseninde kaymaya, o da bizi sürüden biri olmaya sevk eder. Sürüden biri olduğunuzda da önce sorumluluktan kaçar, sonra da “neme lâzımcılığa” sığınırız. Biz sığındıkça, sürü oldukça, hakkımızı hukukumuzu cehaletle bilmedikçe de baştakileri müstebit ederiz.
Bir toplumun gücü bazen “hayır” diyebilmesindedir. Rüzgârlara kapılmadan doğru bildiğini söyleyebilmek, Hak bildiğin yolda şartları eğip bükmeden, yontmadan, şikâyet de etmeden yürümek, otoritenin buyurgan sesine ram olmadan kalabilmek, kısacası tepki gösterebilmek bugünün aranan erdemlerinden biri olmuş.
Hayatlarımızı korku yönetmeye başladığında, güvenlik arayışımız, nokta-i istinat ve istimdat ekseninde kaymaya, o da bizi sürüden biri olmaya sevk eder. Sürüden biri olduğunuzda da önce sorumluluktan kaçar, sonra da “neme lâzımcılığa” sığınırız. Biz sığındıkça, sürü oldukça, hakkımızı hukukumuzu cehaletle bilmedikçe de baştakileri müstebit ederiz.
Bu yüzden Bediüzzaman nemelâzımcılığı istibdatın yadigârı olarak değerlendirmiştir. Mübalâğanın da ihtilâlci olduğunu ders vermiştir.
İdareciler, milleti, talep ve tepkilerine göre yönetirler. Sessizlik sorumsuzluğu, sorumsuzluk nemelâzımcılığı, nemelâzımcılık da cehaleti netice verir.
Kanunî Sultan Süleyman, “Günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye düşünür…
Birçok meselede olduğu gibi, bu düşüncesini de sütkardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye açmaya karar verir. Keşfine, kerametine inandığı Yahya Efendi’ye el yazısıyla bir mektup gönderir: “Sen ilâhî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de, bizi aydınlat. Bir devlet hangi hâlde çöker? Osmanoğulları’nın âkibeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” diye özetler endişesini.
Devrin kudretli sultanı Muhteşem Süleyman’dan gelen bu mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır: “Nemelâzım be Sultanım!”
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bu söze bir mânâ veremez, endişesi daha da artar. Zîrâ Yahya Efendi gibi bir zât, ciddî bir meseleye böylesine basit bir cevap vermezdi, vermemeliydi…
Söylenmeye başlar, “Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?”
Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gider.
“Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” diyerek, sorusunu tekrar sorar.
Yahya Efendi duraklar: “Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”
“İyi, ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “nemelâzım be sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘Beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mânâ çıkarıyorum.”
Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri söyler:
“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyûka çıksa... İşitenler de nemelâzım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de, çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Âsâyiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”
Hasılı, cehaletle hukukunu bilmeyenler, nemelâzımcılık hastalığına tutulanlar, baştakileri müstebit ettiği gibi, otoritenin buyruğu ile kendileri dahi zalimleşir. Hatta öyle bir hale gelir ki otoritenin buyurgan sesinden, mazlûmun sesini işitemeyecek kadar zalimleşir. Bazen itaat ile ahlâk arasında bile bir tercih yapmaya zorlanır. Ne yazık ki ahlâkı bile rüşvet verir.
Oysa otoriteyi var kılan bizim zayıflığımızdır, korkularımızdır.
Yahya Efendi’nin tesbitleri size de tanıdık geldi mi, ne dersiniz?