“Nasrâniyet ya intifâ, ya ıstıfa bulacak. İslâm’a karşı teslim olup terk-i silâh edecek. Mükerreren yırtıldı, Purutluğa tâ geldi. Purutlukta görmedi, ona salâh verecek. Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin bâzı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek.” (Sözler, s. 644)
Hıristiyanlık ya sönecek veya hurafelerden sıyırılıp özüne kavuşacak. Bir kaç defa yırtılarak Protestanlığa geldi. Protestanlıkta kendisini ıslah edecek bir şey bulamadı. Perde yine yırtıldı, mutlak dalâlete düştü. Bir kısmı lâkin bazı (bazen veya bazıları) tevhide yaklaştılar.
Şiir ile düz yazı arasındaki şu satırların, Bediüzzaman’ın Berlin dönüşünden bir sene sonra kaleme aldığını biliyoruz. Nasraniyetin bilhassa İslâmî aydınlamadan sonra geçirdiği istihalelerden bahs ediyor: Protestanlığın çıkışı, üç yüz yıl süren iç savaş ve kargaşalar, İhtilâl ile birlikte kabul gören ve Kuzey’de kuvvetlenen Protestanlar, Kur’ân referanslı gelişen Hıristiyanlık karşısında harekete geçen materyalizm ve sosyalizm, Aşkenazların yardımıyla peş peşe devam eden “Kızıl İhtilâller” ve Berlin’de Spartaküsçülerin isyanları…
Buraya almadığımız daha onlarca devrim ve kalkışmaları anlatıyor, yukardaki metin. Biz şu makalemizde; Büyük İhtilâlin açtığı yoldan hareketle Kral ve Kilisenin boyunduruğundan kurtulan insanlar arasındaki ayrışmanın çekirdek hareketlerini yakalamak için, Hıristiyan ve bilhassa Protestan entelektüeli arasında büyük saygı gören İslâmiyet’in, Kuzey’de materyalizme karşı açtığı yoldan da bahsedeceğiz.
Hıristiyanlığın kendi içindeki ayrışmayı, Katoliklerle Evangelistlerin (Avrupa’da Protestan veya Luteryan da denilir.) iç savaşlarını bitiren Westfalia anlaşmalarına dayandıranlar olabilir. Fakat Fransız ihtilâliyle hürriyetlerine kavuşan ulema, feylesoflar ve Protestan Kilisesi’nin Müslümanlıktan öğrendikleri fıtrî düşünce biçimi, semavî inanca rağmen fen ilimlerine yönelme ve kısmen de olsa “hukukun üstünlüğü” prensibinin esas alınmaya başlanmasıyla; skolastik kilise anlayışını da sebep göstererek “bütün semavî dinlere“ bir hücumun başladığını, o zamanın eserlerinden, tarihî tartışmalarından ve aralarındaki ayrışmalardan anlıyoruz. Tevhide yaklaşan Emaunel Kant, Geothe, Otto Von Bismark gibi hem edebiyatı, hem felsefe ve siyaseti temsil edenlerin İslâmiyet lehindeki beyanları; İslâmiyet’i müdafaa edenlerin, semavî inançlar ve hak dinlere inananlar adına bu safta yer aldıklarını bize gösteriyor.
Bediüzzaman’ın “helâket ve felâket asrı” olarak gördüğü 20. yüz yıla ve sonrasındaki hadiseleri daha doğru ve hikmete muvafık tahlil etmemizi engelleyen 19. yüz yıldaki bazı meçhuliyetlerdir. Kendi içinde semavî dinlere, geleneksel değerlere ve bilhassa İslâm’a taraf olanlarla karşıt olanların kılıçları çektiği bu asırdaki fikir mücadelesini aynamıza yansıtacak yeteri kadar eserin olmaması, el yordamıyla tarihi tutmamıza yol açıyor. On yedinci yüzyılda Arapçadan yapılan tercümeler; 18. yüz yılda, kilisenin ve kralların istibdatlarına rağmen fikir hareketlerine dönüşecekti. 19. Yüzyılın başlarında, Büyük ihtilâlin “hak ve hürriyetler” noktasında tenkit edilir noktaya gelinmesi, bilhassa Kuzey’deki düşünce, sanat ve teknolojik gelişmeler, Endülüs ve Palermo’nun tesiriyle olacaklardı. Doktora çalışmasının başına Arapça “Besmele-i Şerifi” yazan Kant’tan, Kur’ân ve hadisten iktibasları yazılarında kullanan Goethe’ye kadar… Semavî dinler taraftarı Avrupa kamuoyunun da İslâm’a olan ilgisiyle paralel olarak Berlin merkezli Prusya Devleti’nin Osmanlı ile askerî teknoloji ve sınaîde işbirliğine gitmesiyle sonuçlanacaktı. Bir asra yakın yaşamış meşhur harp dâhisi Mareşal Moltke’nin arkadaşlarıyla birlikte 1835’te Osmanlı’ya gönderilmesi ve henüz yüzbaşı rütbesindeki bu subayların Osmanlı Ordusu’nda yaptıkları köklü güzel değişikler de Alman Milleti’nin hem düşünce ve inanç dünyası ve hem de siyasî ilgiler yönüyle, yönünü Asya’ya çevirdiğini isbat ediyor.
Tevhide yaklaşırken Kuzey’in bir kanadı, karşıtları da ellerindeki büyük sermayelerle bu hareketin karşısında; bütün akideleri inkâr eden bir felsefe ile ihtilâllere, savaşlara ve kargaşalara hazırlanacaklardır. Bismarck’ın 1848’de bir Yahudi tetikçi tarafından bıçaklanması, Büyük İhtilâlden sonra Fransa’nın durulmaması ve nihayet Almanca konuşulan coğrafyadaki anayasal hürriyetler ve hukuk devleti mücadeleleri… Burada önemli bir nokta daha var. Mayıs 1848’de başlayan hürriyet hareketlerinin nihayet 1849’da Alman birliğine dönüşmelerinin çekirdeğinde, yine Kur’ân’a talebe olmuş Bismarck bulunacaktı. Önce milletvekili, sonra başbakan ve nihayet Kral Wilhelm tarafından Kanzler olarak hükümet başkanı sıfatıyla idarenin başına getirilecekti. Bu hürriyet hareketlerinin içinde; Çek, Slovakya, Polonya, Danimarka, Belçika ve Kuzey İtalya bulunacaklardı. Denilebilinirki; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra resmiyet kazanan günümüz Avrupa demokrasileri ve AB için, 1848 Mayıs hareketi bir başlangıç olmuştu. Dört yüz seneye yakın istibdadın bayrağı altında birbiriyle boğuşan Avrupa’nın; yine Kur’ân’ın gösterdiği “devlet, hürriyet ve hukukun üstünlüğü” prensipleriyle düzenli devlete geçmişlerdir.
Önce Prusya ve sonra Almanya Şansölyesi Bismarck idaresiyle Japon İmparatoru ve Başkomutanın münasebetlerini az çok biliyoruz. Japon komutanının İslâm’ı araştırma merakına sevk eden kişinin de Bismarck olma ihtimalini, o günlerde her iki devlet arasındaki irtibata bağlayabiliriz. Bilhassa Bismarck’ın İslâmiyet, Hz. Muhammed (asm) ve Kur’ân hakkındaki büyük araştırmaları akla en yakın olanı gerek. Japonya Başkomutanının müteşabih âyet ve hadisleri Halife ve Şeyhülislâma sorması ve hatta Japonya’yı İslâmiyet hakkında bilgilendirmek üzere Osmanlı’dan ilmî heyet istemesi de, Bismarck ve çevresiyle olan yakın alakasına da dayandırılabilinir.