On yıl önce bugün, bir Ekim günü hani, neredeydim, kimlerle ve tam şu anda bu yazıyı yazıyor olduğum saatlerde ne yapıyordum? Hatırlamıyorum.
Ne düşünmüştüm yaşamaya dair, neler vardı aklımda depreşip duran, peki ya sürekli değişen hislerim? Neler acı veriyordu gençliğin hükümranlığına nazlı bir geçiş yapan yüreğime? Hangi sancıdan artakalan ağrılara aşinaydım bedence? Anımsamıyorum.
Daha mı şendi kahkahalarım, olur olmaz her şeye güler miydim? Yapmaktan hoşlandığım uğraşlarım ne türlüydü? Mevsimleri, ısısı bir yükselen bir düşen havaları nasıl karşılardım? Sabahları uyanınca aklıma ilk düşen neydi? Bilmiyorum.
Geçmişe dair ne varsa yaşandıkça eskimeye ve unutulmaya mahkûm. Meselâ dün ne yediğimi, birkaç gün evvel giydiğim kıyafetlerimi, yolda selâmlaştığım kimseleri hemencecik hatırlayamamam. Biraz durup düşünmeli, zihnimin dolambaçlı güzergâhlarında derinlemesine yolculuğa çıkmalı. Ta ki akıl defterimin yaprakları arasından bulayım maziye ait bilgileri. Çıkarıp önüme sereyim ve tekrar tekrar inceleyeyim.
Elbette hatırlamak istemediğim nicesi olay ve şahıs da var. Kapıdan geçmek istese de izin veremem onlara. Unutulmalılar, hafıza çöplüğünde yer almalı ve bütün hüzünlerimi, sıkıntılarımı beraberinde taşımalılar. Böylece huzur kuşansın benliğim.
Yalnız birisi var ki, unutmak nedir, bilmiyor. Hangi gün ne yediğini, havanın nasıl olduğunu, kiminle ne konularda muhabbet ettiğini, televizyon haberlerinde hangi mevzuların işlendiğini, kısacası her ânı, her detayı hatırlıyor. İngiliz Aurelien Hayman, ‘hyperthymesia’ adı verilen ve yapılan her şeyi hatırlama sendromuyla yaşıyor. “Eskiye dönük bir şeyi hatırlamak,” diyor geçmiş ile bugün arasında gelgitlerde gezinen gözlerini ufka dikerek, “dopdolu bir dolaptan istediğini bir anda bulmak gibi bir şey. Farkında olmadan hatıralarım kodlanıyor.” (Zaman Gazetesi, 25/09/2012)
20 yaşındaki Hayman, her günü unutmadan yaşayarak ömrünü ikiye, üçe, beşe katlıyor belki. Zihninde, her bir tarihin karşısında resimlerle kayıtlı her şey, ne yaparsa yapsın silinmiyor. Onlara bakıyor ruh gözünden ve anlatıyor.
Hayman’ın haberini hayretle okurken halini, duygularını merak ettim en çok. Bu konuda tek satır yoktu. Acaba o memnun muydu her şeyi hatırlamaktan? Anılar çıldırtmak üzere hücum etmez miydi zihnine? Mazide kalanları yeniden yaşamak ıztırap vermez miydi kalbine? Ya kaybettiği güzellikler hüzünlendirmez miydi sahibini?
Benim yerli yersiz unutuşlarım onun bu hastalığıyla değer kazanırken, “nisyan bir nimettir,” hakikatini hatırlıyorum. “Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur,” diyen Bediüzzaman’ın tesbitine hak vererek halime şükrediyorum.
Çünkü merhamet ve şefkat sahibi Rabbim imtihan üzere yaşadığım üzüntü, keder, hüsran ve düş kırıklıklarını sadece belirli vakitlerde bana memur kılıyor. Sonra görevini tamamlayan her biri çekip gidiyor, yokluğa karışıp. Acılarım karşısında ilelebet çilekeş yaşayacağını zanneden ruhum dağılan bulutların ardından çıkan ümit güneşiyle tebessümlere, kahkahalara gark oluyor. Önceki halimden geriye ne bir tortu ne bir iz kalıyor.
Unutmak, unutmak, unutmak…
Bazen en önemli mesele bu olur!