04 Nisan 2014, Cuma
17 Aralık’la başlayan seçim öncesi süreçte ilk defa kadim İslâm muhaliflerinin sadece seyirci olarak tribünlerde yerini aldığı ve şakşakçısı olduğu bir “İslâm’a karşı İslâm” çatışması yaşandı.
28 Şubat hükümetleri ile bile bu kadar çatışmamış olan bir cemaat, hayret edilecek bir şekilde kendi imajını kökten değiştiren davranışlar sergiledi. Kadim İslâm muhalifleri ile kol kola girdi. Bu güne kadar “siyaseti hizmete alet etmiş” ve yurt dışında okulları koruyup kollamış, içeride ise bürokratik kadrolaşmasını cemaat yoluyla tamamlamış bir hükümete antidemokratik bir yöntemle isyan etti. Sadece kendini değil, bütün hizmet cemaatlerini siyasetle birlikte anılır bir pozisyona düşürdü. Hem hükümet, hem de toplum nezdinde kendi meşrûiyetini yerle bir etti. Buna ilave olarak, toptan tasfiye edilmeyi hak edecek dozajda bir algıyı adeta bilinçli olarak inşa etti. Toplumun büyük ölçüde dindar ve muhafazakâr kesimi nezdinde bu tasfiye meşrû hale geldi. Eskiden beri cemaatin tasfiyesi için canla başla çalışan malûm cephe, karşı cephedeki bu çöküşü nefeslerini tutarak iştahla izledi. 17 Aralık sürecinde aynı dine, inanca hizmet dâvâ edenlerin bir anda belli bir kampta birbirlerine karşı mevzilenmiş olarak kendini bulduğu, tam anlamı ile ipe sapa gelmeyen, deli saçması olaylar yaşadık.
Olayı sadece 17 Aralık sürecini kapsayan bir üst bakışla tanımlamaya kalkarsak, 17 Aralık’ı da teşhis edemeyiz. En azından İslâma karşı yürütülen mücadelenin billurlaştığı 28 Şubat dönemini de kapsayan bir nazarla olaya bakmamız gerekmektedir.
Herkesin malûmu olan 28 Şubat’ı şöyle bir hatırlayalım. NATO, düşman kuvvetleri sembolize eden rengi yeşil olarak değiştirmişti. 28 Şubatçılar da, birinci dereceden tehdit olarak irticayı belirlemişti. Arada bütün boyutları ile tam bir paralellik vardı. Bu küresel ve yerel tehdit algısındaki tevafuk, Neo-con’ların İslâm coğrafyasına askerî ve sosyolojik müdahalelerinin yoğunlaştığı bir döneme denk geliyordu. Özetle, 28 Şubat müdahalesi, İslâm bölgesine gerçekleştirilen küresel müdahale ile eş zamanlılık ve eş amaçlılık arz ediyordu. Bir farkla ki, hedef küreselde radikal İslâm, yerelde ise irtica olarak kodlanıyor ve müdahale ise bu iki kavram üzerinden meşrûlaştırılıyordu. Hükümet devrilmişti. Ancak, İslâma karşı cemaatler üzerinden gerçekleştirilecek asıl operasyon gerçekleştirilememişti. 28 Şubat hükümetleri bile, siyasî maliyetini bildikleri için alınan kararları tam anlamı ile hayata geçirmekte ayak sürüyorlardı. Bu çalkantı içinde ekonomik kriz kapıya dayandı. Hükümet erken seçim kararı aldı ve yapılan seçimlerde, 28 Şubat döneminde hükümet kuran bütün partiler sandıkta tasfiye edildiler. Cemaatlerin bitirilmesi planı atiye kalmıştı.
28 Şubat’ın ikinci raundu, AKP’nin iktidara gelmesi ile başladı. Bu yeni dönemde hedef “AKP ve Cemaati bitirme” olarak planlandı. Bu plan, AKP açısından malûm darbe girişimleri, cemaat açısından ise MGK kararlarında tezahür etti. Bu saldırı, hükümeti ve cemaati omuz omuza getirdi ve birbirine güç vererek hem darbeleri atlattılar, hem de darbelerin en etkin ayağı olan ideolojik bürokratikleşmeyi sökerek milletin değerleri ile barışık bir bürokratik yapı inşa ettiler. 28 Şubat’ın ikinci raundu da bu şekilde sona erdi.
28 Şubat’ın üçüncü raundu 17 Aralık süreci ile başladı. 28 Şubat güçleri, bizzat rol aldıkları çatışmada başarıya ulaşamayacağını net olarak anlamıştı. “AKP ve Cemaati Bitirme” planında, simetrik çatışma yerine asimetrik çatışma stratejisini başarı ile devreye soktular. Artık ringde 28 Şubatçılar yoktu. MİT “paralel yapı” raporunu hükümete sundu. Cemaat, MİT’i hedef alan yargı operasyonu yaptı. Hükümet karşı tedbirler aldı. Ringde karşılıklı ilk yumruklar böyle başladı. Arkasından dershane sorunu ve yolsuzluk operasyonu… Artık, maçın aktörleri değişmişti. İlk paragrafta arz ettiğim olaylar ardı ardına patladı. Cemaat kendini günah keçisi haline getiren, arkasında Müslüman bir akıl bulunması düşünülemeyecek kasetlerin, şantajların ve dinlemelerin odağı haline geldi. Artık hükümeti devirme işini ihale almış bir cemaat ve cemaati bitirmeye and içmiş bir hükümet vardı. Ergenekon’u, 28 Şubat’ı yargılayan mahkemeler “paralel yapı” algısı ile yerle bir oldu. Cezaevleri boşaldı. 28 Şubatçılar seyirci koltuklarında yerlerini almışlardı. Onlar için artık bekleyip görmekten başka yapacakları bir şey kalmamıştı. Bu iç gelişmelere paralel olarak, Türkiye’nin Ortadoğu’da parlayan yıldızı sönmeye başladı.
30 Mart seçimleri yeni bir kırılma noktası olmalı. Ancak bu kırılma müsbet kırılma olmalı. Seçim sürecindeki gidişatın sürdürülmesinin bütün ülkeyi bir kaosa doğru sürüklediği idrak edilmeli. Herkes hatalarını görmeli. Ve bilinmeli ki, toptancı bir yaklaşımla hükümeti hedef alan bir cemaat de, yine toptancı bir yaklaşımla cemaati hedef alan bir hükümet de bu ülkede sadece kendi geleceğini yıkmayacak, ülkenin de, İslâmın da geleceğine büyük zararlar verecektir. Elbette bu yaşananların hukukî muhasebesi de yapılmalı. Ancak, bu muhasebeye kavgayı sürdürme boyutu kazandırılmamalı. “İslâm, sulh ve müsalemettir, dahilde niza ve husûmet istemez.” Dahili bir niza ve husûmetin tarafı olanlar, müsbet hareket ve hizmet edemezler. Bu unutulmamalı…
Okunma Sayısı: 1709
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.