"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Başörtü serbestiyetine evet, başörtülünün serbestliğine hayır!

Zeynep ÇAKIR
14 Ekim 2014, Salı 00:01
Önemli ve aslî meselemiz: Başörtülü olup da tesettür şuuruna uygun olmayan hâl ve etvarda tırmanma kaydettiği gözlerden kaçmayan artıştır. Bu tutumdan vazgeçme noktasında özeleştiri eksenli konuşma zamanın çoktan geldiğini ve serbestliğin bu kez engellerden değil ‘nefsin hoşuna giden şeyler’e revaç vermesinden kaynaklandığını düşünüyorum... Başörtüsü serbest olsun fakat tesettürlü; serbest davranışlardan inhiraf etsin ki şiar olduğu anlaşılsın... Zira rıza burdadır, emre itaat böyle olur!

Bu yazı bir cihetiyle muterizlere cevap, fakat daha çok tesettürü yaşama noktasında maruz kaldığımız ikiliği ortaya koyma ve şimdiki halde ise ‘tesettür şuurunun neresindeyiz?’i sorgulamak maksadıyla kaleme alındı :
Küçük yaşta bir çocuğun başörtü takmasını çocuk üzerinde bir keyfiyet, bir icbar görüp güya çocuğun kişilik hak ve selahiyeti üzerinde baskı oluşturduğunu düşünenler:
1- Henüz küçük bir çocukken hevesle örtünmek istediği ve ailesi de buna taraftar olduğu halde tahsil hayatında göreceği engellemeleri göğüslemeyi göze alamayıp erteleyen, genç kızlık hevesatı baskın olduğu demlerde ise bu duyguyu bastırıp asrın icabatına (!) ayak uyduran, ibadetlerini yerine getirme konusundaki hassasiyeti ile dış görünüşünün tezadında bocalayan, kalp sızısı yaşayan, hayat tarzı dayatması altında çeşit çeşit esaretlere girme cenderesinde sıkışıp kalmışken; inancının gereğini yaşamanın getirdiği manevi hazzın serinliği ve ruha verdiği ferahlık duygusundan mahrum kalanın çektiği sıkıntının vebalini yüklenebilecek kimdir söyleyebilecek misiniz?
2- Ya da modern zamanın yasaklı bölgesi kamusal alanda bir mücrim, bir sabıkalı gibi başörtüsünü çıkararak vazifesini, tahsilini yapmaya çalışan ama kendisiyle değerleriyle ters düştüğünü bile bile bir boyun eğişin o anlatılmaz ezikliğini ve kendisini değersizleştiren muamelelere katlanmanın yaşattığı travmayı....
3- Veyahut; tesettürü için her şeyden vazgeçenlerin özel hayatlarında yaşadıkları yalnızlaşmanın; olması gereken yerde olamamanın her an yaşattığı o dar kafeslerin pençesinde sıkışıp kalmanın ne demek olduğunu... Asla bilemezsiniz...
Bütün bunlar  fıtraten narin ve hassas, direnci düşük masum genç kızlara, kadınlara yaşatıldı. Her birinin hikâyesi yazılsa ciltlere sığmaz... Kadın hürriyeti savunucularının kaffesi bir araya gelse böyle bir hüznü; kaybedilmiş hayatları imar etmeye gücü yetmez.
Tesettür emrini yerine getiren; getiremediği için müteessir olan bütün hanımların dayanağı ilticagâhı; emrin sahibine sığınmak, yardımı ve affı ondan dilemekle oldu. Direnç öyle yükseldi, şuur öyle güçlendi. Hak arandı fakat reva görenlerden ihkak-ı hak kabilinden hoyratlıklara girişilmedi.
10-12 yaşında bir çocuğun velev ki aile baskısıyla olsun örtünmesinden daha güçlü bir saik ve fıtraten bir meyil olduğunu; Allah’ın emrine tâbi oluşun o tadımsız safi ve masum lezzetinin daha baskın geleceğini de siz bilemezsiniz.
Bu mevzunun siyasetle taallukundan en çok bizar olanın da yine biz başörtülüler olduğunu sormadınız ki söyleyelim. Tercih ettiği kıyafetin sadece bir emre tâbi oluş; fıtrî bir meyil ve gönüllülük üzerinden gerçekleştiğini duyuramadık yıllarca... İnancının gereği üzerine kurulmuş bir hayat tarzı sürmek kadar basit ve masum bir haktan ibaretti oysa tüm isteğimiz... İşte şimdi yapılanı; artık bu konudan siyasetin el çekmesi olarak tefsir ediyor ve artık bir kere bile siyaset ile başörtüsü kavramının yan yana telaffuz edilmeyeceği bir sürecin başlangıcı olduğu temenni ve ümidini taşıyorum.
Bir inanç ve tercih meselesi olduğuna indirgenen bir zemine taşındığında “serbestlik” kelimesi en doğru kavramdır. Fıtratı serbest bırakın bakalım o ne istiyor? Ve sizler de o sesi dinlerseniz bileceksiniz. Gayrısı  laf u güzaftır.
“Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudî veya Mecusî yapar” buyuruyor Hz. Peygamber (asm). Evladın bu fıtrata uygun tarzda terbiyesini de ebeveyn üzerine bir mesuliyet olarak yüklüyor.
“Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum vâlidemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum” yeminiyle vurguluyor Üstad bu gerçeği.
Allah ve peygamber sevgisi ile donanmış bir çocuğun; dinî mükellefiyetlerini yerine getirmekte ilk talim yerinin kendi ailesi olması, çocukluk hafızasında dinî hayatın gereği üzerine şekillenmiş hatıraların; zaman içinde ibadetle mükellef çağa eriştiğinde; fıtrî bir şekilde tatbik etmesinden daha tabiî ne olabilir?
Cumhuriyet dönemi ilk yazar ve romancılarının; bembeyaz başörtülü nine ve anneleri, sabah namazına hazırlık yapan nuranî çehreli dedeleri, ramazanın evlere verdiği o lâhutî havayı vb. bunlardan tamamen yoksun bir hayat tarzı sürdükleri demlerde bile hasretle ve edeple yad etmeleri; bizde problemin; maneviyatla mecz olmuş içtimaî hayatın sahiciliğinin ve sıcaklığının rağmına; bu dokudan tecerrüt edilerek dayatılan yeni ve yabanî bir hayat tarzının getirdiği ikiliğin çelişkisinde ve cenderesinde sıkışmışlık olduğunu; ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamışlığı ibretli bir şekilde ortaya koyuyor..
Hayatının ileriki dönemlerinde ister tesettürlü olsun ister olmasın bir şekilde başörtü ile tanışır bizde kız çocukları... Burada kendi çocukluk intibalarımı devreye koymak istiyorum:
Asrî hayat kavramının baskın olduğu yıllardı. Dinî vecibeleri tam manasıyla yerine getirme konusunda yaşlıların dışında gözle görülür bir lakaydlık, bir gevşeklik hâkimdi. Böyle olmakla beraber; aileler dinin her emrini tam olarak uygulatmaya muktedir olamazlarsa da çocuklarını yaz tatillerinde açılan Kur’ân kurslarına göndermek konusunda tavizsiz ve gayretli idiler.
Çocuklar içinse bu en basit anlamıyla; arkadaşlarıyla yaz döneminde de bir arada olmak ve okul benzeri güzel bir etkinliği paylaşacakları eğlenceli bir ortam bulmak manasına gelirdi... Sevinçle; şevkle koştururlardı elifba cüzleriyle cami yolunda... Hazırlık safhasında alınan abdestin ferahlığı, anne çekmecesinden seçilen en güzel tülbent veya namaz örtüsünün başa dolanmasının zevki... Cami içindeki o uhrevî havanın içe sinen neşesi ve kız çocuklarına has o en güzelini seçme yarışında bu kez cüz veya Kur’ân konulacak rahlelerin kapışılması veya okumamızı takip ederken kullandığımız şimdi ismini bilmiyorum o renkli çubukların en güzeli benimki diye oluşturulan o çocuksu rekabet... Bunun da fazla sürmeyip ertesi gün yapılan değiş tokuş. Öğreten hocanın müşfik tavrı, İslam tarihinden menkıbeler ve ilmihal bilgileri... Asr-ı Saadet ikliminin bu çağa ve o küçücük menzile oradan da dimağlarımıza ve ruhumuza akseden bir küçük nişanesini taşır; ferahlık ve inbisat verir bizleri ağırbaşlı bir sürura celbederdi... Sadece bu kadar mı; anneyi taklidle kılınan namazlar, nine ile gidilip yaşıtlarımızla kikirdeye kikirdeye kıldığımız teravihler, sünnet, doğum, ölüm, ev alma, şükür vb. gibi vesilelerle düzenlenen cemiyetlerde annelerin özeniyle küçük ebatta bizler için hazırlanmış iğne oyalı örtülerle hazır bulunuşumuz...
Hasılı; örtü ve örtünmeye ta o küçücük yaşımızda hevesli ve aşina idik. Zaten o dönemde kızlar tesettür amacıyla olmasa bile geleneksel manada şu “Elveda Rumeli” dizisindeki hanımların başındakilerinin tıpkısı biçiminde tülbentleri arkadan bağlar; sokakta öyle dolaşırlardı. Elimiz alışsın diye ilk yaptırılan oyaların da tülbent oyaları olduğunu söylemeden geçemiyeceğim.
Fakat ne var ki; cami içinde, hatim, mevlid cemiyetlerinde, iş esnasında, mahalle arasında başımızda olan o örtülerin çekmeceye girmesiyle okul zilinin çalması arasında tam bir paralellik vardı. Örtüyle tanışıklığımızın hemhal oluşumuzun arasına şimdi; bembeyaz kolalı kurdelalar girecekti!
Halbuki o yılların en sevilen dizisi Küçük Ev; bir aile saadeti mesajının arkasında daha büyük bir resmi gösterirdi her daim... Ailede, okulda, sofrada, yatarken, kalkarken, bir ayrılık, bir kıskançlık, bir kayıp, bir ölüm... Konu her ne olursa olsun din hayatın ta içinde idi. Rahip ise ailenin en saygın misafiri... Hani şu Lora İngıls ve ablası evde hangi kıyafette iseler; kilise ve okulda da aynı kıyafette idiler... Bizdeki tezadı derketmekten aciz olmadığımız gibi, zikretmenin gündeme getirmenin bir tabu olduğunu idrak etmekten de hali değildik.
İşte biz okulu sevdiğimiz gibi camiyi de severken onlarca onlarca yıl, kaç kuşak boyu hayatımızın bu doğal akışından mahrum kaldık. Travma imiş. Ne boş laf! 
Henüz ortaokulda iken okul bahçesi bile değil; müftü kızı olan başörtülü bir arkadaşımız ve onun da diğer okuldan arkadaşı ile okul yoluna doğru ilerliyoruz. Bir araba durdu önümüzde... Pür hiddet bayan öğretmen indi. “Hangi okuldasın?” diye sordu. Diğeri bizim okuldan olmayınca hakaretle yetinip bizim arkadaşın başörtüsünü çekeledi, okkalı bir tokat savurdu ve dine ve dindara olan bütün düşmanlığını bir solukta saydı döktü ve hırsını alamayıp bizi de “Bu örümcek kafalılarla ne işiniz var?” diye aydınlatmayı da ihmal etmedi!.. Maalesef bizim hayatımızda tesettürlü yaşamakla ilgili olan güzel fotoğrafları bulandıran, el uzatan böylesi manzaralar hiç eksik olmadı. 
Her ne ise; ben sizleri dinî hayatın hayat bulduğu tartışmasız benimsenip canlı bir şekilde cemiyete hâkim olduğu eski devir insanlarının; çocuklarının tesettür emrine uyması tatbikatını bir bayram havası içinde icra ettiklerini ve nasıl bir zarafete büründürdüklerini gösteren şu iki zarif anektodu okumaya davet ediyorum. Dinin kat’i bir emrini uygulamaktaki tavizsizliğin; çocukta isyanı celbedecek bir zorlama ve dayatmadan ne kadar uzak düştüğü; herhalde ancak bu satırlarda en güzel misalini bulacaktır:
İlki bir padişah kızının hatıratı; Ayşe Osmanoğlu’nun “Babam Sultan Abdulhamid” kitabından “Yaşmak Tutunmam” alt başlığı ile verilen bir tesettüre giriş hikayesi. “Yaşmak tutunmak zamanım pek vakitsiz gelmişti. On bir yaşına henüz girmiş fakat hem boylanmış, hem de serpilmiş ve gösterişli bir çocuk olmuştum. Bir cuma günü selamlık resmine çıkmıştım. Hiç unutmam o gün pembe bir elbise giymiştim. Babam camiden çıkarken merdivenin üzerinde biraz durup arabaların tarafına bakmıştı. Harem arabalarından padişahı selamlamak âdet değildi. Ben de bu sebeple arabanın penceresinden kendimi gösteriyor, gülerek bakıyordum.
O gün babam bermutad arabasını kullanarak saraya döndü. O günün akşamı annemle yemekte otururlarken: “Bugün kızımı arabada gördüm. Uzaktan yaşından çok büyük gözüküyor. Bilmeyenler onu büyük bir kız sanırlar. Önümüzdeki haftadan itibaren yaşmaklanması lazımdır.
“Bundan sonra açık çıkmasın” emrini verdi. Annem - “Ama Efendiciğim nasıl olur, Yaşı pek küçük!” diye itiraz ettiyse de babam “Kadınım, ‘yetişmiş kızını açık gezdiriyor!’ demezler mi zannediyorsun? Ne zaman olsa yaşmaklanacak değil mi? Şimdiden örtünmeye alışmış olur.” cevabını vermişti.
Ben; büyük hemşirelerim gibi yaşmak giyeceğim için pek sevinmiştim. Ertesi hafta feracem hazırlanmıştı. Rengi yine pembe idi. Önü aşağıya kadar sırma işlenmişti. İncili yaşmak iğneleri yapılmıştı. O gün fevkalade bir hevesle giydim. Sarayın bütün eski kalfaları hayırlı uğurlu olsun dualarıyla annemi tebrike geldiler.
Yaşmağımı elinde büyüdüğüm abam [cariye dadı] eliyle başıma taktı. Merdivenin başından aşağıya kadar iki sıra kalfalar durdular. Ben inerken abam aşağıya paralar serpti. Böylece arabaya kadar gittim. Lalalarım [özel muhafız] beni tebrik ederek koltukladılar. Artık büyük sultan muamelesi görüyordum. Annem arabacılara, bendegana, lalama ihsanlar verdi. Böylece yaşmaklanmış oluyordum...
On dört yaşıma geldiğim zaman çok boylanmış olduğumdan artık merasimlerde uzun etekli elbiseler giymeye başladım. Uzun etekli elbiseyi ilk giyişim bayramda olmuştu... Yine paralar serpildi. Babam beni böyle görünce gülerek, “Maşallah pek büyümüş güzelleşmişsin, pek yakışmış” dedi.
Ben de kendimi büyük sultanlar sırasına geçmiş sayarak pek memnun oldum...
İkincisi, Haluk Sena Arı hatıratından: “Osmanlı Aile Hayatı” kitabında yetiştiği konağın büyüğüne hitaben “sen dili”ni kullandığı hatıralarında, yazar; evin genç kızlarının tesettüre giriş hikâyesini şöyle resmediyor: Çocuklar artık epey büyümüşlerdi. Onların bakımında büyük yardımları olan Gülniyaz ve Gülendam da genç kızlık çağına girmişlerdi. Bir gün kayınvalideniz; beyinize “Oğlum! Akşam eve dönerken kumaşçı Tahir Efendi’ye uğra da kızlara iki çarşaflık getir; artık çarşaf giyme zamanları geldi.” demişti. Akşam, beyiniz;  Eflatun ipekli kumaşlar getirmiş o hafta içinde de gündelikçi terzi hanım çağrılmış ve çarşaflar dikilmişti. Dualarla giydiler ilk çarşaflarını. Ne kadar yakışmıştı bu kıyafet onlara...

***

Muterizlerin haklı olduğu bir konuyu da es geçmiş olmayalım. Zoraki kapananlar da vardır. Olmaz mı? Sonraki dönemlerde ya tamamen bu emri boşlayan ya da; “O zamanlar hiç istemedim, ama Allah razı olsun büyüklerimden” diyen... Fakat münferit misaller başörtüsüzlüğe zorlama hikâyelerinin acı hatıralarının üstünü kapatamaz. “Küçük yaşta bir çocuğa müdahale ediliyor” demeye mesned teşkil edemez... Tesettür hanımların fıtratında var; süslenmek de. Güzel söz ile teşvik ve hoş bir bir kabul ile benimsetmek en ehven yol...  İkisinin dengesini kurunca çocuklar pür heves tesettüre giriyor. Dinin emrini güzel bir biçimde sunamayışta aramak lazım problemi... Uzun sözün kısası; inandığı gibi yaşamak hakkını kullanamayıp; ikili bir hayat tarzı sürmenin yaşattığı travmayı konuşmak lazım yıllarca süren.
‘Küçük kızlar kapanırsa psikolojik olarak etkilenirler mi?’ meselesine cevabımız eğer böyle güzel bir ritüelle olursa fevkaladenin fevkinde etkilenirler, içselleştirirler ve hiçbir zaman vazgeçmezler... Bunca engele rağmen nasıl örtündük sanıyorsunuz?
Ayşe Osmanoğlu’nun sonraki fotoğrafları bu hikâye ve bu tesbitleri nakzeder gibi görünse de; sebebini cemiyet hayatında tesettürün dışlanmasının ve yerine gelen dünyevîleşmenin tahrip gücünün şahsî hayatlardaki amansız tahrip etkisinde aramak lazım... Küçük yaşta bir çocuğun travmaya girip girmeyeceği meselesi polemikten ibarettir. Bundan daha önemli ve asli meselemiz: Başörtülü olup ta tesettür şuuruna uygun olmayan hâl ve etvarda  tırmanma kaydettiği gözlerden kaçmayan artıştır. Bu tutumdan vazgeçme noktasında özeleştiri eksenli konuşma zamanın çoktan geldiğini ve serbestiliğin bu kez engellerden değil ‘nefsin hoşuna giden şeyler’e revaç vermesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Başörtüsü serbest olsun fakat tesettürlü;  serbest davranışlardan inhiraf etsin ki şiar olduğu anlaşılsın. Zira rıza burdadır, emre itaat böyle olur!

Okunma Sayısı: 3493
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı