"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Hocalar ne konuşsun, ne konuşmasın?

Zeynep ÇAKIR
02 Şubat 2015, Pazartesi
Bu tarz polemikleri aşıp istikametli bir bakış açısı kazanmak için Risale-i Nur’un metoduna ve Üstadın rehberliğine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

YENİ BİR SOSYAL MEDYA KANUNU

Bu günlerde bazı hocaların beyanlarına ciddî itirazlar var... Banyo yaparken dikkat edilmesi gereken hükümler, annenin diz kapağı meselesi vs.

İslâm âleminde Müslümanların birbirine yaptıkları zulümler, vurgunlar, haksızlıklar üzerine giden beyanlar yerine bu hocaların başka işi kalmamış da bunları konuşuyorlar şeklinde eleştiriler yapılıyor...

Bu itirazları dile getirenler; her halde dinî bilgilerde ilmihal denilen kısmın; bizim halkımızca ibadetin ruhundan daha fazla önemsendiğini ve fıkhî kaideleri; bir kitap açıp öğrenmek yerine; hocalara sorma kolaycılık ve hazırcılığını yabana atıyorlar...

Kalemi kuvvetli bir yazar ise; İstanbul fethedilirken Bizans ilahiyatçıları; meleklerin kanatları var mı, dişi mi erkek mi tartışmalarıyla havanda su dövüyorlardı gerçeğini paylaşarak İslâm âlemi bu zihniyete sahip olanların yüzünden perişan halde demeye getiriyor....

Hâlâ söyleniyor mu bilmem;  teferruat gibi görülen konularda güya İslâmı yüceltmek; hatta başörtüsü yasağı zamanlarında; ‘kabullenin artık’ istibdatı adına; ‘bırakın bu işleri İslâm kıl tüy ile uğraşmaz’ gibi bir garip vecize ağızlarda dolaşır dururdu...

Bu tarz  polemikleri aşıp istikametli bir bakış açısı kazanmak için Risale-i Nur’un metoduna ve Üstadın rehberliğine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum...

Çağın Bediîsi; Risale-i Nur’un müellifi; Kur’ân’ın i’cazını, Tevhid akidesini, Peygamber Efendimiz’in (asm) manevî şahsiyetinin şümûlünü ve nice rasih hükümleri en güzel biçimde delillerle sunarken, Müslümanların düçar oldukları halleri ve hal çarelerini aktarmaktan bir an geri kalmıyor; matbuat lisanıyla, bazen aşiretleri dolaşarak, bazen bir kürsüden hitapla; meselâ işte şimdi kan deryasının içinde yoğrulan bir beldesinde; Şam’ın Emevi Camiinde âlem-i İslâma haykırıyordu...

Fakat aynı Bediüzzaman, tesettürün kaldırılması; kadın hürriyeti meseleleri gibi konuları fıtrat-ı İslâm mihengine vururken kuvve-i şeheviyenin insanı nasıl vartalara düşürebileceği ile ilgili izahları; üstünü kapatmadan apaçık bir şekilde ortaya koyuyordu...

Meselâ; bir talebesinin; “bende unutkanlık hastalığı artıyor bunun sebebi ne ola, nasıl kurtulurum” yollu sorusunu fıtrat penceresini açarak en ibretli bir şekilde cevaplandırıyordu: Risâle-i Nur Talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?”

Ben de dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var. İmam-ı Şâfiî’nin (ra) dediği gibi, “Haram-ı nazar, nisyan verir.” Evet, ehl-i İslâmda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i istimalâtla israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir. Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su-i nazardan su-i istimalât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüz’î, küllî o şekvâdadır. İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadîs-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhirzamanda, hâfızların göğsünden Kur’ân nez’ ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.” Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’ân’a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin tevilini gösterecek... (Kastamonu Lâhikası, s. 96)    

1- Hakikî ve sarsılmaz iman gücünü ve imandan gelen lezzeti dinden uzak kalmış nesillere tanıtmak ve tattırmak, fen ve felsefeden gelen dalâletin tahripkâr gücünü tamir etmek, küfrün belini kırmak için iman hakikatlerini anlatmak, yazmak, benimsetmek, yerleştirmek dâvâsını hayatının baş gayesi edinmiş olan Bediüzzaman yeri geldiğinde; muhatabına göre cevaplar vermeyi, vermekle yetinmeyip külliyata almayı, fer’i meselelerin imanî meselelerden daha çok merak uyandırması ve zihinleri meşgul etmesinin önünü almak için izah etmeyi aynı hocalık-âlimlik vazifesinin bir gereği olarak görüyordu. (İmamet meselesi; Hz. Ali ve evlâdları siyasette neden başarılı olamadılar gibi...)

2- İslâm kardeşliğinin tesisi için din kardeşlerine kızıp gücenip ayrı kalınmaması gerektiğini ikazla; “Böyle küçük meseleler için kıymettar vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim” demenin yanlışlığına işaret ediyordu...

3- Bir başka kardeşinin; Yusuf Peygamber’in en itibarlı zamanında iken ölmeyi neden istediğinin hikmetini soran sualini cevaplamadan önce şöyle bir kayıt düşüyor: “Kur’ân’a ve imana ait herşey kıymetlidir; zâhiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet, saadet-i ebediyeye yardım eden, küçük değildir. Öyle ise, “Şu küçük bir nüktedir; şu izaha ve ehemmiyete değmez denilmez” ölçüsünü yerleştiriyordu...

Demek; ne böyle meselelere izah getirdikleri için hocalara kızılmalı, ne de bu meseleler reformist bir yaklaşımla hafife alınmalı.

Naçizane ve halisane tavsiyem; bu âdemlerin salvolarından kurtulmak isteyen hocalar da; İslâm’ın neyle uğraşıp uğraşmayacağı konusunda ahkâm kesenler de acilen ve bitamamiha Risale-i Nur okumalı...

Zira o üslûp semptomlarına da reçetedir iyi gelir!

“Annen de olsa diz kapağının altından göbeğine kadar ve sırtına bakamazsın!”  

Geçtiğimiz günlerde sosyal medya infazına uğrayan bir hoca beyanı idi bu cümle...

Söyleyeni tanımam, söylenen şeyin üslûbu hakkında tartışmaya da giremem. Fakat bu sözlerin mahiyeti hakkında kanaat beyan edebilirim. Üstadın Eskişehir Mahkemesinin kanaat-i vicdaniye gibi bir gerekçeye dayandırılıp; eski dönemde yazılmış “Tesettür Risalesi”nin muhtevasını sakıncalı bularak, 11 ay gibi bir cezaya çarptırılmasındaki keyfi yaklaşımı bildiğimiz, okuduğumuz gibi...

Tesettürün fıtraten, içtimaen, eşler arasındaki muhabbet ve emniyeti tesis etme açısından ne kadar gerekli olduğunun izahı yapılırken; ensest ilişkilere sebep olabilecek sapmaların önünü alan bir kalkan vazifesi gördüğü şu ifadelerle nazar-ı dikkate sunuluyor: “İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşrûayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!” (Lemalar, Yirmi Dördüncü Lem’a, s. 199)

Şimdi soruyoruz? Neye ve neden itiraz ediliyor, bir bardak suda fırtına koparılıyor? Şahısların söylediğine mi; İslâmın fıtrî meyilleri vasat mertebede tutan tedbirlerine mi?

Ailede mahremiyet eğitimi sadece dinin değil modern psikolojinin de iştigal ettiği temel konular olmasıyla; fıtratın gereğine göre terbiye esaslarının zaruretini apaçık ortaya koymuyor mu?

Ve âyet ve hadislerle net bir şekilde izahı yapılan mahremiyet düsturları; tesettür gibi bir emrin şümûlünün sadece namahreme değil; mahrem olanlar arasında da böylesi kayıtlara riayet ederek genişletmenin gerekliliğine bir mesned teşkil etmiyor mu?

“Ey iman edenler! Köle ve cariyeleriniz ve sizden olup da henüz büluğ çağına ermemiş çocuklarınız, yanınıza girmek için şu üç vakitte sizden izin istesinler: Sabah namazı öncesi, öğle vakti elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve yatsı namazı sonrası sizin için üç mahrem vakittir. Bu vakitlerin haricinde yanınıza izinsiz girmelerinde ne size, ne de onlara bir günah yoktur. Çünkü onlar sizin yanınıza sık sık girmek zorunda kalırlar, siz de birbirinizi sıkça dolaşırsınız. Âyetlerini Allah size böyle açıklıyor: “Allah her şeyi hakkıyle bilen, her işi hikmetle yapandır.” (Nur Sûresi, 58-59)

İşte Asr-ı Saadet ve işte beşeriyetin en şefkatli mürebbisi (asm); muhatabını sabırla ve kırmadan nasıl ikna edip güzel bir haslet kazandırdığını kaynaklara geçmiş şekliyle müşahade ediyoruz: 

“Ya Resulallah, annemin yanına girerken izin isteyeyim mi?” diye soruyor ashabtan bir zat.  “Evet”

“Ama ben onunla beraber evde oturuyorum.”

Resulullah (asm) “Ondan izin iste” buyuruyor. O zat, “Ben onun hizmetini görüyorum” diye mazeret beyan ediyor.

Resulullah (asm) tekraren, “Annenden izin iste, onu çıplak olarak görmek hoşuna gider mi?” diye fıtratına hitap eden soruyu tevcih ediyor. O zat, “Hayır” diyor. Bunun üzerine Resulullah (asm), “Öyle ise her seferinde yanına girerken annenden izin iste” diye buyuruyor.  (Muvatta, İstizan:1)

Evet İslâm; insanların keyfine değil keyfiyete bakar. Keyfi kaçan düşünsün...

Okunma Sayısı: 2333
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı