Evvelâ şunu belirtelim ki, Risale-i Nurlar’a göre Kitâb-ı Mübîn, ilk bakışta sanıldığı gibi görünen fizik âlem değildir. Zira o da, İmâm-ı Mübîn ve Levh-i Mahfuz gibi ilm-i ezelînin bir unvanı olup, bir vücûd-u ilmî dairesidir.1 Her biri, kayıtsız ve sınırsız olan İlm-i İlâhînin yansıdığı kader kitaplarıdır.
MÜDEBBİRAT MELEKLERİNİN MADDEYİ SEVK ÇİZGİLERİ
Maddenin derinliğine inildiğinde onun, hadislerdeki tabiriyle "mevc-i mekfûf" yani malzemeyi saran heybe gibi dürülüp toplanmış, harice taşmaktan yasaklanmış bir dalga, bugünkü tabirle enerji olduğu görülüyor. Bilgisiz, şuursuz ve çevresinden habersiz bu enerji, yoğunlaşarak atomun yapı parçalarını meydana getiriyor. Bu atom ve zerreler eliyle ve onların hareketiyle milyarlarca yıldan bu yana, birbirinden harika san'at eserleri, canlı ve akıllı varlıklar, nihayet organik bir bütün halindeki bu mükemmel kâinat meydana geliyor.
Zerrenin, daha açıkçası enerjinin, bu harikaları başarabilmesi için bütün kâinatı birden gören gözü ve çalışma sistemini ve nihâî hedeflerini bilen aklı olması gerekir ki, bu safsatayı maddiyyunlar bile reddediyor.
O halde, zahiren zerrelerin başardığı görülen bu mükemmelliği nasıl izah edebiliriz?
"Zerreler İlahî emirle hareket ederler" diyebiliriz. Ancak şuursuz zerrelerin İlahî emir veya ilhamı alıp öyle hareket ettiğini söylediğimizde, yani İlahî kelama ve tekvînî emirlere onların bizzat muhatap olduğunu varsaydığımızda, bu defa başka problemler çıkıyor.
Çünkü bir defa İlahî izzet ve makam, varlığın en zayıf formu olan madde ile arasında bir mesafe istiyor ve doğrudan ve perdesiz mübaşereti reddediyor. Öte yandan şuursuz maddenin ilhama mazhariyetini akıl da zaten kabulde güçlük çekiyor.
Demek fizik âlem ile ulûhiyyet makamı arasında, İlâhî emri veya ilhamı kavrayacak bir ara form gerekiyor ki, bu form nûrânî ve şuurlu olan meleklerdir. Nitekim fizik âlem ile zaman ve mekândan münezzeh ulûhiyyet makamı arasındaki bu ara formu yani melâikeyi kabul etmeyen bütün beşerî dinler, bu fonksiyonu putlara ya da insan görünümlü tanrılara(!) yüklemeye mecbur kalmışlardır.
Bu noktada denilebilir ki, tamam, zerreler kendileri şuursuz ise de şuur sahibi melekler eliyle hareket eder. Ve İlahî emirler izzet-i makam gereği, melekûtiyet-i eşyaya yani maddenin bir nevi ruhu hükmündeki2 şuurlu, nûranî olan melekler boyutuna verilir. Bu doğrudur. Melâikenin "Müdebbirât" denilen amele kısmının vazifesi budur. "Melâikenin amele kısmı irade sıfatından gelen şeriat-ı tekvîniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilidirler."3(Haşiye)4
Peki, melekler zerreleri sevk ederken neye bakıyor?
Burada karşımıza Levh-i Mahv-İspat çıkıyor. Bu Kitap "irade ve evâmir-i tekvîniyenin bir unvanı"5 olan Kitâb-ı Mübîn’in bir uygulama projesi gibi, her an için, yaratılacak olanları öyle resmetmiş ki, kaderin çizdiği bu sınırları gören melekler, mistar (cetvel) misali takdir edilmiş bu ilmî ve misâlî kalıplar içinde zerreleri sevk ediyor, bir yönüyle de onların hizmetlerini temsil ve takdim ediyor.
Levh-i Mahv-İspat olan ve –Allahü a’lem– her an için ayrı bir misalî sayfa şeklinde bulunan bu kalıplar, Kitâb-ı Mübîn’e göre tayin ve takdir edilmiştir. Kitâb-ı Mübîn ise nelerin yaratılacağı konusunda İmâm-ı Mübîn’e tabidir.
"İmam-ı Mübin, mazi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal budak salan şecere-i hilkatin bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu manadaki İmam-ı Mübin, kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir."6
Bu bilgileri aşağıda bir temsil üzerinde tatbik edelim.
BİR PLAK GİBİ ZİKREDEN KÂİNAT
Bir pikabın plağını düşünelim. Nasıl ki, plağın üzeri, görünmeyen, dairesel kanallarla kaplıdır. Hiç müzik bilgisi olmayan iğne, bu kanal üstüne konup, kanal boyunca hareket ettirildiğinde ortaya mükemmel bir ilahî çıkar. (Aslında bu bir zikirdir.)
Bu temsilde küçücük, camit ve şuursuz iğne zerreye tekabül ederken, o iğnenin hareketini sağlayan plağın altındaki manyetik güç, melekleri ifade eder. (Nitekim "melek" lügatte güç demektir). Sesin yani ilahînin kalıbı mahiyetinde plak yüzeyindeki kanal Levh-i Mahv-İspat’ı gösterir. Hangi ilahilerin söyleneceğinin fihriste ve programı İmâm-ı Mübîn’de iken, bu ilahilerin nasıl söyleneceğinin bilgisi Kitâb-ı Mübîn’de olmalıdır.
Peki, o besteyi yapan, ilahîlerin her türünü, mûsikînin her şeyini bilen sıfat ve kabiliyet neyi temsil eder? O da İlm-i Ezelîye işaret eder. İlahî çalmaya başlayınca burada kaderin bir başka şekli daha devreye girer. O çalan ilahî âlem-i misalin defterlerine yine kaydedilir.
Bu temsil, nefsülemirdeki işleyişi elbette gösteremez. Zaten temsil, hakikatin kendisi değildir. Belki hakikate bakmak için sadece bir dürbünden ibarettir.
Dolayısıyla ilm-i İlâhînin birbirinden farklı tecellîgahları ve kaderin farklı levhaları ve bu levhaların ayrı işlevleri vardır. Kâdir-i Mutlak dilerse tek başına o iğneye de o ilâhîyi söyletebilir. Ancak O'nun Celal, İzzet, Hikmet gibi sıfatları, Rubûbiyet, Saltanat gibi unvanları da tezahür istediğinden kâinatı bu sistem içinde çalıştırmayı irade etmiştir.
İmâm-ı Mübîn’in fihriste ve prensiplerinin altında, varlıkların ne surette yaratılacağını belirleyen Kitâb-ı Mübîn kanunlarının imlasıyla, onun tayin ettiği standartlara göre her şey Levh- Mahv-ı İspat’ın misalî sahîfelerine yazılmıştır.
Melekler eliyle olan bu yazımın sesini duyabilmek için, zamanî ve mekânî toplam dört boyutunu fark edebildiğimiz bu fizik âlemden, en azından zaman boyutunun fonksiyonunu kaybettiği, birçok boyutun ilâvesiyle her şeyin her bakımdan kuşatıldığı yedinci semanın ötesine geçmek ve oradan bakmak gerekir ki, bu farkındalığa sadece Rasûl-ü Ekrem (asm) Efendimiz erişebilmiş ve Mi’raç Gecesi’nde yedinci semâyı da geçip Arş’a yükseldiğinde “Sonra öyle bir düzlüğe çıkarıldım ki, ben orada kâinatın mukadderatını yazan kalemlerin gıcırtısını duymaya başladım” buyurmuştur.7
Bunlar bizim anlayabildiğimiz manalar olup doğrusunu Allah bilir.