Bir köyü gezmek bile bir saatten daha kısa sürede mümkün olmaz. On sekiz bin âlemi, bir yazı içinde sekiz dakikada gezmek nasıl mümkün olsun!
Serîüsseyr olan şu zamanın evlâdı, o kadar aceleci ki, soruların en zorunu soruyor. Sonra insafsızca birkaç cümle ile cevap bekliyor. Ya kendi zekâvetine fazla güveniyor. Veya böyle derin konularla kafasını yorup vaktini zayi etmek (!) istemiyor.
Bu emek vermeden yemek isteyen, tembel ve sabırsız yaklaşım, Bediüzzaman Hazretleri’nin Cihan Harbi’nde, hem de avcı hattında ve at sırtında Kur’ân’ın en küçük nüktelerine bile dikkat kesilip not aldırmasına mı benziyor? Yoksa aynı harbin sonunda, İngilizlerin Anglikan Kilisesi Başpapazının altı soruya altı yüz kelime ile cevap istemesine mi benziyor?
İşte bu yüzden Üstad, ilme hak ettiği dikkat ve değeri vermeden, hoyratça onu elde etmek isteyenlere karşı, kolay olan hakikatleri dahî çoğu zaman gerek dil ve üslûp, gerekse şekil ve muhteva yönüyle zorlaştırmış ve âdeta göz önünde iken saklamıştır. Böylece nikâhlısına iki dünya saadetini temin eden, iffetli, güzel bir kız misali olan Risalelerini, ona bir ömür vermeyen, mehir kabilinden bir emeği bile esirgeyen nâmahrem ilim hovardalarına karşı kapatmış, ilmin izzet ve namusunu bu açıdan da muhafaza etmiştir. “Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nâzeninlerin mehirleri dikkattir” 1 (Risalelere sevdalı olmaktan ziyade onları sadeleştirmeye sevdalı olanların kulakları çınlasın!)
Bu kadar uzun bir ta’rizden sonra sıkılanlar ayrılacağına göre artık meraklı ve sabırlı olanlarla küçük bir gezintiye çıkabiliriz.
Öncelikle usûl açısından birkaç noktayı hatırda tutmalıyız:
BİRİNCİSİ: Nasıl ki Kur’ân, ilk nüzûlü zamanından kıyamete kadar, avamdan havassa beşerin bütün tabakalarını birden muhatap almış ve aynı kelâm içinde her birine seviyesi nispetinde anlayabileceği farklı bir hakikati ifade etmiştir.
Aynı şekilde Kur’ân’a parlak bir ayna olan Risale-i Nurlar’da da elbette muhataplarının tefâvütü nisbetinde müteaddit manalar bulunacaktır. Dolayısıyla Cehennemin yerinin veya on sekiz bin âlemin de farklı seviyelerde anlaşılması mümkündür. Önemli olan, karinenin bulunması ve Nurlar’daki bütünlüğün korunmasıdır.
Meselâ, mükelleflik dönemi itibarıyla bir insan ortalama on sekiz bin gün yaşar. Böylece, her bir gün yeni bir âlemi görmüş olur. (365 gün X 50 yıl = 18.250 âlem) Bu yorum mümkündür ve doğrudur. Zira karine vardır. “Her yeni gün sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır” 2 Ancak on sekiz bin âlemin manası bundan ibarettir demek elbette yanlıştır.
İKİNCİSİ: Istılahta, âlem demekle, duyu veya akıl yoluyla kavranabilen ya da mevcudiyeti düşünülebilen, Allah’ın dışındaki varlık ve olayların tamamı kastedilmektedir. Yani Yaratıcının varlığına alâmet olan her şey âlem demektir. 3 Dolayısıyla böylesine geniş bir tanım içine giren bütün âlemleri işlemek mümkün değildir. Üstelik bu günkü koca bilim dünyası bile daha “Atomaltı Âlemde” kaybolmuşken!
ÜÇÜNCÜSÜ: On sekiz bin âlem hakkındaki soruya Üstad Hazretleri’nin yukarıdaki geniş tanıma işareten: “Semâvâtta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı her biri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkat birer âlemdir. Hatta her bir insan dahî küçük bir âlemdir” şeklindeki 4 cevabı, âlemleri yıldızlara, türlere ve insanlara indirgemek için değil, bilâkis ne kadar şümullü olduğunu göstermek ve Rubûbiyetin hakimiyetini vurgulamak içindir.
Üstadın buradaki kısa cevabından, bu on sekiz bin adedinin tahdit için değil kesret için olduğu anlaşılır. Bu açıdan bakıldığında, avâlim-i gaybiye şöyle dursun, her bir insan dahî başlı başına birer âlem sayılır. Nitekim âyetlerde “Rabbi’l-Âvâlim” demek yerine âlem kelimesinin akıllılar için kullanılan çoğul sîğasının tercih edilmesi ve tağlib kaidesiyle insanın öne çıkarılarak “Rabbi’l-Âlemîn” denilmesi, akıl sahibi her bir insanın küçültülmüş bir âlem olduğuna işarettir. Zaten Hz. Ali de (ra), insanda kâinatın dürüldüğünü ve onun tek başına bütün âlemleri temsil ettiğini söylemektedir.
DÖRDÜNCÜSÜ: Bizim asıl merak ettiğimiz âlemler, semâvat, misal, berzah, Cennet, Cehennem, kürsî, levh, arş, emir gibi gayb âlemleridir. Dolayısıyla gayba ait bu tür melekûtî âlemlerin, fizik âlemdeki irtibat noktalarını, delil, numûne veya tereşşuhatlarını o gaybî âlemlerin kendisi imiş gibi tasavvur etmek bir iltibastır. Çünkü bu âlemler, âlem-i şehadetten yani görünür âlemden değildir.
Meselâ, yerin altındaki mağma tabakasını, konuyla ilgili hadislerin bir te’vili, cehennemin bir delili, tereşşuhu, perdesi veya çekirdeği olarak değil de kendisi olarak yorumlamak, incir çekirdeğini kâinatı kaplayan bir incir ağacı ile aynı kabul etmek gibi noksandır.
Çünkü bir defa “Âhiret âlemine ait menziller, bu dünyevî gözümüzle görülmez… (ama) dünyamızla münasebettardır.” 5 Hem “Cehennemin arzın altında bulunması, arzın karnında veya arz ile muttasıl, yapışık olmasını istilzam etmez. Meyvenin altı, bütün dalların aralarına şümulü vardır. Bu âlem-i şehadet (dünya demiyor) bir perde gibi onun tevessüüne mani olmuştur.” 6
Bu dört noktaya dikkat ederek gelecek yazılarımızda bu âlemlerden numûne için bazılarına, Nur gözlüğünü takıp daha yakından bakalım inşallah!
Dipnotlar:
1- Muhâkemat, 1. Makale, 8. Mesele.
2- 21. Söz, 1. Makam, 5. Îkaz.
3- TDV İslam Ans. “âlem” md.; İ. İ’caz, Fatiha, 1.
4- 26. Mektup, 4. Mebhas, Birincisi.
5- 1. Mektup, 3. Sual.
6- İ. İ’caz, Bakara, 2.