Fikir ve ifade hürriyeti, esas itibariyle sonuna kadar serbest ve engelsiz şekilde olmalı. Kaldı ki, bugünkü dünyada, isteseniz de artık buna engel olamazsınız.
Zira, fen, ilim ve ileşitim teknolojisinin baş döndürücü bir hızla gelişme ve ilerleme kaydetmesi sebebiyle, ifade hürriyetini kısıtlamanın, hele hele buna engel koymanın imkân ve ihtimali âdeta yok denecek kadar azalmış durumda.
Şayet konuşma hakkına, fikir ve ifade hürriyetine saygı duymama, yahut buna mâni olma cihetine gidilirse, hiç şüphe edilmesin ki, bu durum aksi tesir meydana getirecek ve iş-mesele daha karmaşık, daha komplike, hatta daha zararlı bir mahiyete bürünerek, çözülmesi gereken sıkıntı üzerinde bir çarpan etkisi hasıl edecektir.
İşte, bu hakikatli noktadan hareketle, en küçük sosyal birim olan aileden tâ en büyük platform olan devlet katmanlarına kadar, sorumluluk mevkiinde olan herkesin “fikir ve ifade hürriyeti” meselesinde üzerine düşeni yapmalı ki, bilmeyerek de olsa zararlı, yahut reaksiyoner bir gelişmeye sebebiyet vermesin.
Anne ve babalar, abla ve abiler, hem birbirlerini dinlemeli, hem de kendilerinden yaşça küçük olanlara da muhakkak söz ve ifade hakkını tanımalı. Birbirini anlamak, birbiriyle rahatça geçinebilmek, ancak bu şekilde mümkün olabilir.
Sosyal daireyi derece derece büyüterek, en üst seviyede olanları da aynı ölçü ve kıstaslarla hareket etmeleri hususunda uyarıyoruz: Susturduğunuz insanları ıslâh etmeniz mümkün olmadığı gibi, fikir hürriyetine kısıtlama getirmenin de size ve ülke idaresine hiçbir faydası olmaz.
Hukuk ve demokrasi ortamında, farklı fikirler ortaya çıksın. İcabında birbiriyle kıyasıyla çatışsın. Tâ ki, çürük ve zayıf olanların canı çıkıncaya kadar. Yeter ki, insanların canı çıkmasın, hatta sıkılmasın.
Esasen, kendine güvenen veya özgüven sahibi olan, bu şekilde davranır ve davranmalı.
* * *
Son olarak, burada Bediüzzaman Said Nursî’nin “hürriyet” gerçeğine nasıl baktığına şöyle bir nazar gezdirelim.
Bilhassa Münâzarât isimli eserine baktığımızda, hürriyetin mükemmel bir tarifini görmekteyiz. Şöyle ki:
Hürriyetin hem mahiyetini, hem de sınırlarını şu vecize ile özetliyor: “Hürriyetin şe’ni (gereği) odur ki: Ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.”
Yani, hürriyeti gerçek mânâsıyla yaşayan bir kimse, başkasına zarar vermediği gibi, kendine de zarar vermekten kaçınması gerekiyor. Aksi halde, hürriyet denen şey, nefsanî ve şeytanî bir esarete dönüşür.
Devlet ve toplum geneline de şâmil olması gereken hakiki hürriyetin usûl ve esaslarını da nazara veren Üstad Bediüzzaman, aynı eserinde bu hususu şu hakikatli ifadelerle izah eder: “Hürriyet budur ki: Kànun-u adâletten başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukûku mahfuz kalsın. Herkes harekât-ı meşrûâsında şâhâne serbest olsun.” (Age: 56)
Fikir ve vicdan hürriyetinin dünyada yaygınlaşması ve hükümetlerde ağırlık kazanması durumunda yapılacak olan mânevî hizmeti ise, Bediüzzaman, şu sözlerle özetliyor: “Dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kànun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor. Ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil, mânevî bir cihad-ı dinî, imân-ı tahkikî kılıcıyla olacak.” (11. Şua)
***
GÜNÜN TARİHİ: 12 Ağustos 1949
Cenevre Sözleşmesi
Uluslararası Cenevre Sözleşmesi 12 Ağustos 1949’da imzalandı. Bu sözleşme, savaşta yaralanan askerlere, savaş esirlerine ve sivillere yönelik davranışlarý düzenleyen bir anlaşma metnidir.
Bu tarihten evvel olduğu gibi, bu tarihten sonra da Cenevre Sözleşmesi üzerinde diplomatik toplantılar yapıldı. En kapsamlı konferans, 21 Nisan 1949 da çalışmalara başlayıp 12 Ağustos’ta nihaî bildirinin hazırlanmasıyla sona eren diplomatik toplantıdır.
Bu toplantıda, ana hatlarıyla bilhassa savaş hallerinde sivilleri gözetip korumayı amaçlayan, onlara insanî yardım yapılmasını öngören maddeler imzalandı ve bunlar dünya kamuoyunun dikkatine sunuldu.