Allah rahmet eylesin, Mehmet Kutlular Ağabeyle 1979’un başından beri hep bir arada olduk ve hep birlikte çalıştık.
Zaman zaman bize hayattan aldığı dersleri anlatır, tecrübelerini aktarırdı. Biz de, o hatıraların bir kısmını burada sizlere hikâye etmeye çalışalım.
Cezaevinde iman dersleri
12 Mart Muhtırası’ndan (1971) sonra sıkıyönetim ilân edilir. O sıkı şartlar altında da Nur dersleri kesintisiz devam eder. Mehmet Kutlular’ın da iştirak ettiği bir akşam dersine baskın yapılır, karakola götürülür; ardından Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilir.
Bir gün, kendisinden izahını istediğim bir meseleyle alâkalı olarak, hapishanedeki bir hatırasını anlattı.
Kendisine şunu sormuştum: Ağabey, gerek tahsil hayatımızda, gerek sosyal hayatta karşılaştığımız kimselerle bazen münazara yapıyoruz. Onlara Nur Risaleleri’nden ilgili bahislerden okuduğumuz da oluyor. Dine muarız kimselere hitaben okuduğum bazı ifadeler çok şiddetli, celâlli oluyor. O kısımlar, acaba muhataba ağır gelmez mi? İlk başlarda, nisbeten daha yumuşak ve okşayıcı yerleri mi okusak nasıl olur?
Bize şunları söyledi: Sorularının veya şüphelerinin can alıcı cevabı nerede ise orayı oku. Risale-i Nur’un üslûbu sadece şeytanı rahatsız eder, onları rahatsız etmez. Hatta, okundukça dinleyenlerin de kalbi Risale-i Nur tarafına geçer. Burada bir sır, bir manevî mu’cize var. Rahat ol. Ben de hapishanede öyle yapardım. Herkesin sualine, şüphesine, itirazına uygun yerleri bulur onlara okurdum. Önce biraz rahatsız gibi olsalar da, sonra yine merakla cevabı öğrenmek isterlerdi.
Bak sana bir hatıramı anlatayım: Ben Nurculuktan içerdeyim, bizim koğuşta bulunan Cemil Barlas (Mehmet Barlas’ın babası) da komünistlikten içeriye alınmış. Zaman konuşuyor, tartışıyoruz kendi aramızda. Bazen de ona Risale-i Nur’dan okuyorum. Bir gün Tabiat Risalesi’nden okurken, oradaki şu ifadeye takıldı: “...Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl birşey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.”
Bu kısmı okurken, Cemil Barlas, bir dakika diyerek şunu söyledi: Mehmet Bey, siz şimdi bana eşek mi demek istiyorsunuz?
Ben dedim: Hayır efendim, ne münasebet. Burada, küfür ve inkâr fikrine karşı bu sert ifade kullanılıyor. Ama, siz rahatsız olduysanız, bırakabilirim okumayı.
O ne tepki verecek diye beklerken, garip bir şekilde, izahları yine de orijinal bulduğunu söyleyerek kitaptan okumaya devam etmemi istedi.
Anladım ki, onun da kalbi inkârdan vazgeçip iman tarafına meyletmeye başladı. Kurân’ın malı olan Risale-i Nur’un lisanı ve üslûbu, muhatabı daima müsbet yönde etkiler. Onun için, sen de cevabî mahiyetteki bahisleri okumakta rahat ol, serbest ol.
Giyimine çok dikkat ederdi
Giyim-kuşam meselesinde de çok titiz davranırdı. Genelde takım elbise giyer ve kravat takardı. “Vitrinimiz, her zaman düzgün olmalı” derdi; çevresindekilere de iyi örnek olmaya dikkat eder ve hassasiyet gösterirdi.
Şifalı bitkilerden isterdi
Son yıllarda farkına vardığı unutkanlık ve alzheimer belirtileri üzerine, bizden şifalı bitki ilâçlarından isterdi. Biz de aktarlardan araştırıp soruşturarak, ilâç niyetine bazı taamları kendisine getirir, ikrâm ederdik. Ama, kendisi ücretini vermeden bunları kabul etmezdi.
Yemek dediğin, göze de hitap etmeli
Zübeyir Ağabeyle birlikte (1971’e kadar) kaldıkları Süleymaniye Kirazlı Mescit dershanesinde, aynı zamanda aşçılık yapar Mehmet Kutlular. Büyük titizlikle pişirdiği çorbalar, yemekler büyük beğeni kazanır. Kabul gören tâbirle “Kutlular'ın sofrası”, zamanla Zübeyir Ağabeyin de takdirine mazhar olur.
Akşam derse katılacak olan esnaf için de çorba ikram edilir. Esnaf, İstanbul trafiğinde akşam eve git-gel zahmetinden kurtulduğu gibi, zaman kaybı da önlenmiş oluyordu, bu sûretle.
Kutlular Ağabey, bilhassa Süleymaniye’de kazanmış olduğu yemek ustalığına istinaden, bazen bu konuda da bize unutulmaz dersler verirdi. Hiç unutmam, yemeğin göz, burun ve damak zevkine hitap etmesi gerektiğine dair bir defasında bize aynen şunları anlattı:
- Güzel bir yemeği, önce gözlerinle yersin. Sonra burnunla, en son ağzınla yersin.