“Haydi, padişah var; fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor.”
Arkadaşı ona cevaben dedi:
“Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garîbe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur; daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek; bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada, herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek” dedi.
Yine o hain, sersem, temerrüd edip, “İnanmam. Hiç mümkün müdür ki, bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin?” dedi.
Bunun üzerine emin arkadaşı dedi: “Madem bu derece inat ve temerrüd edersin; gel, had ve hesabı olmayan delâil içinde, On İki Suret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübra var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücâzât ve zindan var. Ve bu memleket her gün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki bütün bütün boşanıp harap edilecek.”
BİRİNCİ SURET
Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutîlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzâtı bulunmasın. Burada yok hükmündedir.
Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübra vardır.
İKİNCİ SURET
Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en zayıftan tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor, kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassa nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır.
Bak, senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine gayet dikkat eder, kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevazıâne bir havf ve heybet altında hizmet eder.
Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var; hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, namusu vardır. Hâlbuki kerem ise in’am etmek ister; merhamet ise, ihsansız olamaz; izzet ise, gayret ister; haysiyet ve namus ise, edepsizlerin te’dibini ister.
Hâlbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.
ÜÇÜNCÜ SURET
Bak, ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor.
Hâlbuki hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister; adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister. Tâ hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.
Hâlbuki şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.
Sözler, Onuncu Söz
(Haşir Risalesi), s. 67-69
LÛGATÇE:
dâr-ı mücâzât: ceza yeri.
dâr-ı mükâfat ve ihsan: ödül ve ikram yeri.
delâil: deliller.
mahkeme-i kübra: ahiretteki büyük mahkeme.
zillet: perişanlık, zavallılık, kötü durum.