Basından Seçmeler |
Yeni bir gergin ve tatsız dönemin eşiğinde
22 Temmuz 2007 gecesi AKP Genel Merkezi’nin balkonundan partililere seslenen Erdoğan, AKP’ye oy vermiş olsun olmasın tüm Türkiye’nin hükümeti olacaklarını, kendisinin de tüm vatandaşların başbakanı olacağı sözünü vermişti, ama olmadı; sözünü yerine getirmedi, belki de getiremedi. Kuşkusuz Erdoğan başta olmak üzere AKP’liler bu tespite itiraz ediyorlar ve kendilerine oy vermeyen kesimleri rahatsız edecek hiçbir şey yapmamış olduklarını ileri sürüyorlar. Rahatsız edecek davranışta bulunup bulunmadıkları tartışmasını bir kenara bırakalım; AKP iktidarının, zaten kendilerinden rahatsız olan kesimlerin hassasiyetlerini anlamak ve ardından onları yatıştırmak için ciddi pek bir şey yapmadıkları açık. Örneğin bir an için ümit veren Kürt ve Alevi açılımları kısa sürede tıkandı; laikiğin tehlikede olduğu yolundaki kaygılara itibar hiç edilmedi, hele Ergenekon soruşturmasıyla birlikte, bu türden itirazların hemen tümü “Ergenekonculuk”, “darbecilik” diye yaftalanır oldu. Sonuçta Türkiye bir yanda kapatma davası, karşısında Ergenekon soruşturması; hem kırsal kesimde hem büyük şehirlerde peşpeşe gelen terör eylemleriyle bir gerilimden diğerine savruldu ve kâbus gibi bir 20 ay geçirdi. Bu süreçte toplumda zaten varolan ayrılıklar daha da derinleşti, kamplar daha kalabalıklaştı ve en acısı, uçların çekiştirmesi ve “ya bizdensin ya onlardan” dayatması sonucu makulü arayanlar ya susturuldu ya da etkisizleştirildi.
“Çoğunlukçu” demokrasi Bütün bu yaşananlarda AKP ve Erdoğan’ın sorumluluğu hayli yüksektir. İktidar partisinin en temel hatası “çoğulcu demokrasi” yerine “çoğunlukçu demokrasi” ye itibar etmesi, TBMM’de yeterli çoğunluğu bulması durumunda her türlü düzenlemeyi yapmaya hakkının olduğuna inanmasıydı. Bunu en çarpıcı bir şekilde Anayasa’da türbanla ilgili yapılmak istenen düzenlemede yaşadık. Sembolik önemi bu kadar fazla olan bir konuda ana muhalefetle hiçbir şekilde diyaloğa girme ihtiyacı hissetmeyen AKP’nin yol açtığı (ve maalesef büyük kısmı yine türbanlı öğrenciler tarafından ödenen) fatura ortadadır. AKP’nin yüksek yargıda en fazla itibar ettiği kişi olan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın da son konuşmasında bu vahim hatanın altını çizmiş olması anlamlıdır. AKP’liler bu 20 ay boyunca “diyalog”, “toplumsal uzlaşma”, “makulü arama” gibi çağrılara itibar etmedi. Bu noktada iktidar partisine sözüm ona akıl veren, yol gösteren değişik kişi, çevre ve odakların günahlarının çok büyük olduğunu vurgulamak şart. “Uzlaşma” yı “teslimiyet” olarak sunmaya çalışan bu kişi ve çevreler AKP’yi, “demokrasi” ye ya da “milli iradeye” saygı göstermeye davet edip ülkede sürekli bir kavga ve gerilim atmosferi yaşanmasında hayli etkili oldular.
AKP’nin uzattığı el Sonuç ortada: AKP’nin 29 Mart’ta uğradığı büyük yenilgide, Erdoğan’ın “balkon konuşması” ndaki sözlerini yerine getirmemesinin birinci derecede etkili, hatta belirleyici olduğunu düşünüyorum. Sanırım Erdoğan ve kurmayları da benzer bir noktaya gelmiş durumdalar. Örneğin 22 Temmuz sonrasında denedikleri gibi tek başlarına “yeni anayasa” yapmak yerine muhakkak CHP’yi de işin içine katarak AB sürecinde elzem olan bazı Anayasa değişikliklerini gerçekleştirmek istiyorlar. Bu noktada, 20 aylık kâbus sürecine layıkıyla müdahale etmemiş, örneğin türban değişikliğini iade etmemiş, “mahalle baskısı” tartışmalarına en ufak bir ilgi bile göstermemiş olan Cumhurbaşkanı Gül’ün de devreye girmiş olduğunu görüyoruz. Yine Erdoğan’ın TOBB Genel Kurulu’nda CHP Lideri Baykal’la baş başa görüştüğüne tanık olduk. Demek ki istenince oluyormuş. Demek ki o 20 ay boyunca bu tür ortamlar yaratmış olsalar belki de Türkiye bütün bu kâbusları yaşamayabilirmiş. AKP’nin “uzlaşma” arayışlarının önümüzdeki günlerde aratarak süreceğini düşünüyorum. Örneğin Başabakan ne zaman sonra DTP’nin adını anabilir, hatta Genel Başkanı Ahmet Türk’e randevu verebilir. Yine şu günlerde, her ne kadar Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu kabine dışı kalmış olsa da “Alevi açılımı” nın yeniden devreye sokulmasına da tanık olabiliriz. Peki bütün bunlardan bir sonuç alınabilir mi? Her durumda AKP’nin kendi dışına açılmaya çalışması Türkiye’nin hayrına olacaktır. Ancak AKP’nin güçlüyken burun kıvırdığı “toplumsal uzlaşma” çağrılarına 8 puanlık oy kaybından sonra itibar ediyor görünmesi bir samimiyet sorununu beraberinde getiriyor. Başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin ve AKP’ye mesafeli siyasi-toplumsal grupların iktidar partisinin çekinerek de olsa uzatmak üzere olduğu eli sıkacaklarına pek ihtimal vermiyorum. Zira bu elin ülkeyi değil AKP’yi kurtarmak için uzatılmış olduğunu düşüneceklerdir. Dolayısıyla yine diyalog çağrıları ve uzlaşma arayışlarının karşılık bulamayacağı, buna bağlı olarak kamplaşma ve gerilimin tırmanmaya devam edeceği yeni bir tatsız döneme girmekte olduğumuz söylenebilir.
Vatan, 7.5.2009 |
Ruşen Çakır 08.05.2009 |