Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli İhlâs ile kulluk edenler, nimetlerle dolu Cennet içindedir. Günaha dalan kâfirler ise Cehennem ateşindedir. İnfitar Sûresi: 13-14 |
17.05.2009 |
Risâle-i Nur, bu asrı ve istikbali kendisiyle meşgul edecek
Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz, uçurmak için işâret ettik, gitmedi. Mecbur oldum, Ceylan’a dedim: “Pencereyi aç; o ne diyecek?” Girdi, durdu, ta bu sabaha kadar... Sonra odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım, yarım dakikada döndüm, baktım, “Kuddüs, Kuddüs” zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: “Bu misafir niçin geldi?” Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum; ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada geldim, o misafir kayboldu. Sonra bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: “Ben bu gece gördüm ki, Hafız Ali'nin kardeşi yanımıza gelmiş.” Ben de dedim: “Hafız Ali ve Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek.” Aynı günde, iki saat sonra çocuk geldi, dedi: Hafız Mustafa geldi; hem Risâle-i Nur’un serbestiyetinin müjdesini, hem mahkemedeki kitaplarımı da kısmen getirdi; hem serçe kuşunun ve senin, hem kuddüs kuşunun tâbirini ispat etti—ki, tesadüf olmadığını ispat etti. Acaba, emsâlsiz bir tarzda hem serçe kuşu acip bir sûrette, hem kuddüs kuşu garip bir surette gelip bakması, sonra kaybolması ve masum çocuğun rüyası tam tamına çıkması, Risâle-i Nur’un Hafız Mustafa gibi bir zâtın eliyle buraya gelmesinin aynı zamanına tevâfuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimâli var mı ki, bir beşaret-i gaybiye olmasın? Evet, bu mesele, küçük bir mesele değil; kâinat ve hayvanât ile alâkadardır. Ben Risâle-i Nur’un bir şâkirdi olmak itibarıyla, kendi hisseme düşen bu kâr ve neticeyi, binler altın lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risâle-i Nur şakirtleri ve takviye-i imana muhtaç ehl-i imanın istifadeleri buna kıyas edilsin. Evet, dinin, şeriatın ve Kur’ân’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammâlarını hâl ve keşfeden; ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden; ve Mi'rac ve haşr-i cismanî gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân hakikatlerini en mütemerrid ve en muannid filozoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risâle-i Nur eczâları, elbette küre-i arz ve küre-i havâiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendiyle meşgul edecek bir hakikat-i Kur’âniyedir ve ehl-i iman elinde bir elmas kılınçtır. Emirdağ Lâhikası, s. 43, (yeni tanzim, s. 94) *** Lillâhilhamd, Risâletü’n-Nur bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu'cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalarla körlere de göstermiş. Ona ait medh ü senanız tam yerindedir; fakat bana verdiğinizden, binden birine de kendimi lâyık göremem. Yalnız, pek büyük bir nimete ve muvaffakiyete sizin gibi hakikatli talebelerin iştirak ve sa’y ve gayretleriyle mazhariyetim noktasında, Risâle-i Nur hesabına ebede kadar iftihar ederim. Kastamonu Lâhikası, s. 8, (yeni tanzim, s. 19)
LÜGATÇE: tılsım: Herkesin bilip çözemediği gizli sır. muannid: İnatçı. ilzam: Susturma. mütemerrid: İnatçı. küre-i arz: Dünya. küre-i havaiye: Hava küre, atmosfer. hakikat-i Kur’âniye: Kur’ân’a ait olan hakikat. Lillahilhamd: Ne kadar hamd ve şükürler varsa ve olmuşsa, cümlesi Allah’a mahsustur, O’na gider, O’na aittir. tenvir: Nurlandırma, aydınlatma. mu'cize-i Kur’âniye: Kur’ân’a ait mu'cize. |
Bediuzzaman Said Nursi 17.05.2009 |
Yaşıyor olduğumuz hâlet, gidiyor olduğumuz yerin habercisidir
Risâle-i Nur eserlerinde sıkça bahsedilen sefih, sefahet kavramları uzunca bir zamandır dikkatimi çekmektedir. Sefahetin sözlük anlamı, zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük; sefih ise, bu fiilleri işleyen anlamındadır. Yani aklı olduğu halde akla uygun iş yapmayan, aklı olduğu halde kullanmayan gibi anlamlar içeren bu kavramın izi sürüldüğünde, kafamdaki birkaç sorunun cevabını buldum. Bediüzzaman’ın iki dehşetli hâl diye tesbit ettiği, birinci dehşetli hâl bölümü anlatılırken, sefahetin tanımının yapıldığı görülür. (İman ve Küfür Muvazeneleri) İbrahim Sûresi’nin “Onlar, dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler” âyetinin içinde, sefahetin tanımı gizlidir. Demek ki sefih olanlar dünya hayatını bile bile ahirete tercih etmektedirler. Konunun devamında sefahet kavramı daha da açılır ve ahiretin elmas gibi nimetlerini bildikleri halde, dünyanın kırılacak şişe parçalarını tercih ederler. Risâle-i Nur’un başka bir eserinde, ‘bir lezzet-i faniye için ahiretini terk edenler’, ‘bir hevesât-ı faniyenin tatmini için baki bir mülkü kaybedenler’, ‘Sefahetin son sistemi onlardadır (münafıklardadır)’ denilmektedir. (İşârâtü’l-İ’câz, s. 101) İşte bütün bu tanımlardan yola çıktığımızda ehl-i imanı ciddî şekilde mânevî olarak hastalandıran bir tehdit ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Çünkü etrafımıza baktığımız zaman, elması elmas bildiği halde, kömürü tercih edenler, günahların çirkin yüzünü bile bile günahlara girenler, kendisine zarar veren düşünce ve davranışları seve seve yapan ehl-i iman manzaraları görmekteyiz. Sefahatin içine girmiş insanlara, ‘Neden bu günahı işliyorsun?’ sorusu sorulduğunda, hemen hemen hepsi, bu günahları işlemek istemediğinden veya günahların dünya hayatını mahvettiğinden, hatta âyet ve hadisle bu günahın zemmedildiğinden bahsedecek, ama sefahetinde de devam edecektir. İşte bütün bunlar bizi şöyle bir sonuca götürmektedir. İnsanları günah işlemeye sevk eden şey, bilgisizlik değildir. Veya başka bir deyişle, tek başına bilgi, doğru davranışa sebep olamaz. O halde yapılacak şey; insana günah işlettiren hissi, yani akibeti görmeyen kör hissiyatı mağlûp etmektir.
Hissiyât nasıl mağlûp edilir? Her insan, hazır küçük bir lezzeti ilerideki büyük lezzetlere tercih eden bir his taşır. İşte, işlenen bütün günahların sebebi bu histir. Çünkü günahlarda menhus bir lezzet vardır. İşte, insandaki bu kör hissiyât, âcil, menhus lezzetin peşine düşerek günah işler hâle gelir. Üstelik bu his insanda galip gelse, nefis ona yardım eder, akıl ve kalbi susturur. İşte insanı sefahete sürükleyen akıl ve kalbin hükümlerini dinlemeyen bu hissi mağlûp etmek gerekir. Bunun yolu ise cehennemi netice verecek bu günahların bu dünyadaki vahim neticelerini ispat etmekle mümkündür. Bununla beraber imanda dahi, imandan kaynaklanan güzel amel ve hasenâtın cennet gibi lezzetlerini göstermek gerekecektir. Çünkü insanlar günah işlerken, cehennem azabını bilmediğinden veya cennet nimetlerini bilmediğinden yapıyor değillerdir. Fakat bu, akibeti görmeyen kör hissiyât ile şöyle düşünürler: Cehennem pek uzaktır, ileride imanî bir yaşayışa gireriz, şu anda hayatın lezzetlerini yaşamak lâzım, hem Cenâb-ı Hak Gafur’dur, günahlarımızı affeder gibi bir dizi düşünceyle sefahete devam edebilir. Oysa bu dünyada bir dakika intikam lezzetiyle katleden insan, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadetini mahveder. (İman ve Küfür Muvazeneleri) Nitekim insanlık tarihi boyunca bu kör hissiyâtın tesiriyle insanlar, pek çok zulümler, cinayetler, ahlâksızlıklar işlemiş ve hem şahsî hayatlarını hem de içtimâî hayatı zehirlendirmişlerdir. Günümüzde yaşanan ve 45 insanın hayatına kast eden caniler, bir adım sonrasını dahi düşünemeden, görmeden bir dakikalık intikam lezzetiyle, onlarca insanın hayatlarına tecavüz ederek, hem dünya hem ahiret hayatlarını mahvetmişlerdir. Müslüman bir ülkede Müslüman insanların böyle bir vahşeti işlemeleri, cehaletin hüküm sürdüğü ve hayata yön vermeyen bir iman taşıdıklarını göstermektedir. Yani bu insanlar cenneti, cehennemi, hesap gününü bilmiyor değillerdir. Ama akıl ve kalbi susturan, nefsi de yanına alarak hükmünü icra eden kör hissiyat insanı böyle sükûta düşürmektedir. Demek ki insanın akıl ve kalbinin hükümlerini ortadan kaldıran ve onlara hâkim olan hisleri terbiye etmek gerekir. Bunun için de binlerce hissiyâta sahip insanın, his terbiyesinde farklı farklı metotlar kullanmak gerekmektedir.
Hisler nasıl terbiye edilir? Kur’ânî terbiye metodunu kullanan Risâle-i Nur, insandaki şedit duygu ve hisleri yok farz ederek veya tamamen yok etme düşüncesiyle hareket etmez. Yani bir kısım duygu ve hislerin yönlerini çevirerek, bir kısım hisleri mağlûp ederek, bir kısmını tatmin ederek bir eğitim metodu sunar. Meselâ inat, endişe-i istikbal, şöhret gibi hislerin yönlerini çevirir. İnat hissinin, lüzumsuz dünya işlerine değil de bâkî olan hakaik-ı imaniye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve ahirete ait hizmetlerde sebat anlamında kullanılması gerektiği dersini verir. Bazı hislerin de meşrû dairede tatmin edilmesi gerekliliğini belirtir ve âkibeti görmeyen kör hissiyâtın hükmünü icra etmemesi için de, bu hissi mağlûp edecek deliller sunar. İşte Risâle-i Nur’un ekser dersleri bu dünyada dahi ehl-i iman için cennetî bir hâlin olduğunu, ehl-i küfrün ise bu dünyada cehennemî bir hâli yaşadıklarını ispat ederek, bu hissi mağlûp eder.
Neden, ehl-i iman, imanın bu dünyadaki lezzetini tam hissedemiyor? Risâle-i Nur’un bütün bu ispatlarına rağmen, ehl-i iman, imandaki tam lezzeti hissedemiyor. Ehl-i küfür de, küfrün bu dünyadaki elemini tam hissedemiyor. Bunun sebebi ise, asrın maneviyât doktorunun teşhisi ile, zamanın fırtınalı oluşu, insanların nazarını afaka dağıtan ve boğan cereyanların hissi iptal nev’înden verdiği sersemlik ve gaflet, bu cennetî ve cehennemî hisleri yaşamaya engel olmuştur. O halde ehl-i iman olarak cennetin lezzetini bu dünyada hissetmek için, ilgilendiğimiz daireleri, merak hissimizi nerelerde tatmin ettiğimizi, bizi boğan cereyanların neler olduğunu, bu cereyanları takip etmenin zararlarını bir kez daha gözden geçirmek zorundayız.
İnsanın bu dünyada yaşadığı hâlet, gidiyor olduğu yerin habercisidir Burada bir parantez daha açarsak, Risâle-i Nurlar imanın içinde şecere-i tûbânın, küfrün içinde de şecere-i zakkumun çekirdeğinin olduğunu söyler. İşte bu tesbitten yola çıkarak, Cennette neşvü nemâ olacak tûbâ ağacının çekirdeği, bu dünyadadır. Yani insan bu dünyada ne kadar cennetî bir hâl yaşarsa, neticede de onu bulacaktır. (Bu hâli yaşamak şartlara ve imkânlara göre değişmez. İnsan hikmet okumaları yaparak zindanda da olsa huzurlu olabilir. Hasta da olsa, sabır içinde şükreder. Musîbete uğramış olsa da, o musîbetin, Yaratıcısı tarafından gönderilen bir mektup olduğunu müşahede edip, tevekkülvârî bir hâlet ile yine huzur hissedebilir.) Çünkü insana en kötü hâdisenin bile, neticeleri itibariyle güzel olduğu nazarını ancak iman verebilir. İşte insanın bu dünyadaki nurlanmış bakış açısı ve hikmet okumaları neticesinde duyduğu huzur, nereye gidiyor olduğunun bir müjdecisidir. Diğer taraftan küfür ise, insana mânevî bir cehennemi bu dünyada yaşatır. Her şeyi karanlıklı gösteren nazarı, abes ve tesadüf düşünceleri, adavet hisleri ehl-i küfrün gidiyor olduğu sonun emarelerini taşır. O halde, ehl-i iman, hissi iptal eden cereyanlardan uzak kalırsa ve Risâle-i Nur eserlerini okur ve bu okumasıyla yaşadığı hadiseleri nurlandıran bir nazar sahibi olursa, imanın nihayetsiz lezzetlerini—ne şartta yaşarsa yaşasın—hissedebilir. Bu his ile, ilerideki bir batman lezzete, şimdiki küçük bir lezzeti tercih eden hissiyâtını mağlûp edip, günahların menhus lezzetlerini, dünyanın fânî lezzetlerini terk ederek ebedî lezzetlere gözünü diker. Elbette bu ebediyi beklemeye tahammülü olmayan kör hissiyatını da, imanın dünyadaki lezzetleriyle, daha cennete gitmeden bu dünyada bu hissini tatmin eder. Günahlardan korunmak için bu his mağlûp edilirken, atılması gereken ikinci bir adım ise, insanın kendini müsbet hisler ve güzel mânâlar ile besleyip, geliştirmesidir. Oturduğumuz mânâ sofralarını özenle seçmek lâzımdır. Nasıl maddî beslenmede haram helâle dikkat gerekiyorsa, manevî beslenmede de bir o kadar belki daha fazla bu seçiciliğe dikkat lâzımdır. Zahirî ve bâtınî kuvveleri, haramlarla kirletecek her türlü sefahetten uzak durmak gerekir. Hislerimiz adeta mânâ tarlalarındaki tohumlar gibidir. Hangi hisleri büyütüyorsak, tarlada o yetişecek ve hâkim olacaktır. Güzel ve ulvî hislerle besleniyorsa, kâmil bir insan; süflî hislerle besleniyorsa, aşağı derekelere yuvarlanan canavar bir hayvan hâline gelecektir. |
YASEMİN YAŞAR 17.05.2009 |