Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Hased ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir. Sadaka suyun ateşi söndürdüğü gibi günahları yok eder. Namaz mü'minin nurudur. Oruç Cehenneme karşı kalkandır.
Câmiü's-Sağîr, No: 2007 |
22.05.2009 |
Irkçılık, mânâsız ve zararlıdır
Altıncı Mesele: Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki: Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir. Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimâiyesine kazandırdığı yüzer faydadan iki faydayı misal olarak beyan edeceğiz. Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: “Ben ölürsem şehidim, öldürsem gaziyim.” Kemâl-i şevkle ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş, daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir? İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât sahipleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihetle istisgar edilmeyecek mânevî ve daimî bir kuvvetü’z-zahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir, gösterilsin. Evet, o azîm mânevî kuvvetü’z-zahrı menfî milliyetle ve istiğnâkârâne hamiyetle gücendirmemeli. Yedinci Mesele: Menfî milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz, öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserîsine şefkat sayılsın. Yoksa, ekserîsine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat, gafletkârâne hayat-ı içtimaiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü, menfi unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizden ikisine muvakkat faydası dokunabilir; lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar. O sekizden altısı ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musibetzededir, ya çocuktur, ya çok zayıftır, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakîdirler ki, bunlar hayat-ı dünyeviyeden ziyade, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nur, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübarek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık? Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.
Mektubat, 26. Mektub, 3. Mebhas
menfi milliyet: Olumsuz, zararlı milliyetçilik. unsuriyet: Irkçılık. ifrat etmek: Aşırı gitmek, ölçüyü aşmak. muhaceret: Göç etme. tebeddülât: Değişiklikler. merkez-i hükûmet-i İslâmiye: İslami hükümet merkezi. akvâm-ı sâire: Diğer milletler. tavattun: Vatan edinme. Levh-i Mahfuz: Kader defteri. tefrik: ayırma. hamiyet: Mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti. unsuriyetperver: Irkçı, ırkçılığı seven. neferât: Neferler, askerler. müstemlekât: Sömürgeler. |
22.05.2009 |
Ahirette zaman nasıl olacak? (2)
Ahirette zaman nasıl olacak?’ başlıklı makalemiz hakkında bize ulaşan bazı görüş ve ikazlar üzerine bu konuya devam etmemiz zarûreti doğdu. Bu noktada bazı hususları tekrar gözden geçirip, bazı ilâve izahlar yapmamız gerekiyor. Öncelikle bir hususu nazarlara verelim. Bu mesele hemen öyle kolay anlaşılabilecek bir mesele değil. Çünkü zamanı olan, mekân ve zaman kayıtları içinde bulunan bir noktadan, zamanı olmayan veya bildiğimiz şekilde zamanı bulunmayan bir zamansızlık kavramını ve mekânını anlamaya çalışıyoruz. Üstelik bu mevcut dünya ve kâinat içindeki ‘zamanın’ sırrını tam olarak çözemeden, zamansızlığın hüküm süreceği bir mekânı idrak etmek için uğraşıyoruz. Elbette ki bu kolay olmayacak. Bizler bu dünyada yaşıyoruz. Bir ölçüde kâinatın mekân ve zamanına bağlıyız. Bizim için dün, bugün ve yarın var. Zaman bir noktadan, diğer bir noktaya doğru akıp gidiyor. Geçen yıl 2008, bu yıl 2009 ve gelecek yıl da 2010 olacak. Bunun aksini düşünmek mümkün değil. Şu an biz bu yazıyı kaleme alırken saat 10, bir saat sonra 11, belki yazıyı bitirdiğimiz zaman saat 12 olacak. Bu yazıya saat 10’da başlayıp, saat 8’de bitirmemiz mümkün değil. Zira zamanımız hep artıya doğru akıyor. İşte böylesine bir dünya şartları içinden, mekânı farklı olan, zaman kavramı bir ölçüde bildiğimiz zaman olmayan bir âhiret hayatının şartlarını idrak etmeye çalışıyoruz. İşte gerek Kur’ân’da, gerek hadis-i şeriflerde, gerekse Risâle-i Nur’da ahiret âlemlerindeki bazı hâl ve durumları tanımlamak için ifade edilen zaman kavramlarını, bu dünyadaki şart ve yaşantımız dikkate alınarak izah ve yoruma tâbi tutmak gerek. Şimdi değerli bir kardeşimizden bize iletilen mühim bir ikaza geçiyoruz: “İtirazım şu. Zamansızlık Allah’a mahsus bir özelliktir. Zaman ve mekân üstü olan bir Vacibü’l-Vücud için zamansızlık söz konusu olmalıdır. Ahirette zaman genişlese bile zaman olmalıdır. Sizin de giriş bölümünde belirttiğiniz gibi mekânın olduğu, hareketin olduğu her yerde zaman vardır. Cennette tayy-ı mekân ve bast-ı zaman hakikati tam anlamıyla inkişaf ediyor olması, zamansızlığı ve mekânsızlığı ifade etmez. Bu Cenâb-ı Hakk’ın zatî bir hususiyeti olan ezeliyetin Cennetin ve levâzımatının da hususiyeti olması mânâsı geçer ki, bu mevcudatı ilâhlaştırmak hükmünü beraberinde getirir. Bu meseleye ‘vücub’ ve ‘imkân’ varlık mertebeleri açısından bakmaya ihtiyaç var. Benim Risâle-i Nur’un genel çerçevesinden anladığım ‘imkân’ varlık mertebesinde olan dünyadan ahirete, zerreden güneşe, ferşten arşa kadar hiçbir varlık ezelî olamaz, yani zaman ve mekândan münezzeh olamaz.” Bu noktada birkaç hususa kısaca temas edelim: Birincisi: “Zamansızlık Allah’a mahsus bir özelliktir. Zaman ve mekân üstü olan bir Vacibü’l-Vücud için zamansızlık söz konusu olmalıdır.” Muhakkak ki, Allah mekân ve zamandan münezzehtir. Zira mekânı ve zamanı yoktan var eden O’dur. Aynı şekilde Kayyum ismi ile zamanı ve mekânı devam ettiren de O’dur. Ezeli ve Ebedî olan da Cenâb-ı Hak’tır. Allah bütün isim ve sıfatları ile ezelî ve ebedîdir. Mahlûkat üzerinde ancak Allah’ın güzel isimleri tecellî eder. Bizlerdeki güç ve kudret, Allah’ın Kadir isminin tecellîsi iledir. Bizlerdeki ilim, Alîm isminin tecellisi iledir. Cennette kullarını Bâkî isminin tecellisi ile ebedî bir şekilde yaşatır. İşte Cenâb-ı Hak bütün isim ve sıfatlarını biz kulları ve diğer mahlûkatı üzerinde tecelli ettirip güzel isimlerini gösterdiği gibi, ahirette mekândan ve zamandan münezzeh olan sıfat ve isimlerini Cennetteki has kulları üzerinde tecellî ettirip, onları zaman ve mekân bağından kurtarıp bir üst seviyeye çıkarabilir. Allah’ın Rahmet ve kudretiyle bu mümkündür. Yani Cenâb-ı Hak Cennette yaşayan kullarını, Cennet mekânına bağlı olmaktan kurtarıp belki mekânı ve zamanı bu kullarına tâbî yapabilir. Bu durum ezeliyetine ve ebediyetine bir halel getirmez. Cennet gibi bir mekânı zamana tâbi olmaktan, insanı da Cennet gibi bir mekâna tabi olmaktan azat edebilir. Yani bir nev'î zaman ve mekân insana tabi olabilir. Veya başka bir deyişle Cenâb-ı Hakk’ın izni ile insan zaman ve mekânın kayıtlarından kurtulup bir üst boyuta geçebilir. “Ruh sür’ati, hayal hızı” kavramları da bu hususa işaret ediyor gibi. İkincisi: “Âhirette zaman genişlese bile zaman olmalıdır. Sizin de giriş bölümünde belirttiğiniz gibi mekânın olduğu, hareketin olduğu her yerde zaman vardır. Cennette tayy-ı mekân ve bast-ı zaman hakikati tam anlamıyla inkişaf ediyor olması, zamansızlığı ve mekânsızlığı ifade etmez.” Evet, hareketin olduğu her yerde zaman vardır. Ancak zaman, hareketin hızına göre değişiklik göstermektedir. Bu dünya şartları içinde bile ‘zamanın, hıza göre değişen bir kavram olduğunu’ bilim adamları deneylerle ispatlamışlar. Buna göre ışık hızı altında zaman pozitif yönde akar. Yani bir saat, iki saat, bir gün, iki gün gibi... Işık hızı ile hareket eden bir cisim için zaman sıfıra iniyor. Adeta bu dünya şartlarında bile cisim zamansızlaşıyor. Işık hızının üstünde ise zaman eksiye doğru akmaya başlıyor. Yani 2 saat, bir saat veya ikinci gün, birinci gün gibi... Bu dünya şartlarından bile baksak, cismin ruha tâbi olduğu, hayal hızı ve ruh sür'atinde gerçekleşecek bir hayatın zamanı da, mekâna bağı kaldıracak ve adeta zamanı sıfırlayacaktır. Elbette ki, bu durum Cenâb-ı Hakk’ın kudreti ve rahmeti ile olacaktır. Kardeşimizin sualindeki “Cennette tayy-ı mekân ve bast-ı zaman hakikati tam anlamıyla inkişaf ediyor olması, zamansızlığı ve mekânsızlığı ifade etmez” ifadesi belki bir ölçüde doğrudur. Zira biz de mekân yok demiyoruz. Ancak “tayy-ı mekân ve bast-ı zaman hakikati” sırrınca insan izn-i İlâhî ile zamana ve mekâna bağımlı olmaktan kurtulabilir. Zaten tayy-ı mekân ve bast-ı zaman da bu demektir. Yani insanın mekân ve zaman bağından kurtulması demektir. Peki “tayy-ı mekân ve bast-ı zaman hakikati tam anlamıyla inkişaf ediyor” olması ne demektir? Nedir bu “tam anlamıyla inkişaf” etmek? İşte bu noktada en son sınır, yani tam olarak inkişaf etmenin en son sınırı mekân ve zaman bağından tam olarak kurtulmaktır. Ki, Mi'rac hakikati tam da böyle bir şeydir. Üçüncüsü: “Bu meseleye ‘vücub’ ve ‘imkân’ varlık mertebeleri açısından bakmaya ihtiyaç var. Benim Risâle-i Nur’un genel çerçevesinden anladığım ‘imkân’ varlık mertebesinde olan dünyadan ahirete, zerreden güneşe, ferşten arşa kadar hiçbir varlık ezelî olamaz, yani zaman ve mekândan münezzeh olamaz.” Evet, bu çok doğru bir söz ve tesbit. Elbette ki, “dünyadan ahirete, zerreden güneşe, ferşten arşa kadar hiçbir varlık ezeli olamaz, yani zaman ve mekândan münezzeh olamaz.” Ancak zaman ve mekânın bir üst tabakasına çıkarak, yani Allah’ın izni ile zaman ve mekân kayıtlarından kurtularak, Allah’ın sevgili Bir Kulu (asm), Ezelî ve Ebedî bir Zatın mühim bir muhatabı olabilir. O Ezelî ve Ebedî Zatın dostu ve Cemalinin seyircisi makamına çıkabilir. Mi'rac böyle bir durum değil mi? İnşallah bu konuya devam edeceğiz. |
HALİL AKGÜNLER - [email protected] 22.05.2009 |