27 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Paranın dini, milliyeti

Başbakan iktidara ilk geldiği günlerdeki retoriği tekrarlamaya başladı. Batıyı görmüş, moderniteyle daha önceden temasa geçmiş hatta kısmen içselleştirmiş, yarı Batılı bir ülke olarak bir adım önde olduğumuzu düşünmenin psikolojik avantajıyla ilginç mesajlar veriyordu. Laik bir devletin laik başbakanı olarak İslam ülkeleriyle ilgili her platformda dini ilgilendiren mesajlar da yok değildi.

Cidde’de İslam Konferansı ekonomik işbirliği toplantısında “faizin yeniden tanımlanması gerektiği”nden başlayıp “dini kimlikler etrafında uluslar arası ittifakların” döneminin kapandığı mesajıyla devam ediyordu.

Bu mesajlardan en dikkat çeken olarak, yine Ortadoğu’da yapılan bir toplantı vesilesiyle söylediği, “paranın dini olmaz” anlamındaki görüşlerini geçenlerde yine sarfetti. Partisinin bir toplantısında yaptığı konuşmada İsrail sermayesinin Suriye sınırındaki mayınlı alana ilgisine yönelik itirazları kastederek; “paranın dini, milleti olmaz” şeklinde bir savunma yaptı. Ve devam ediyor Başbakan: ‘Şimdi ülkemizde küresel sermaye yatırım yapmak istiyor bakıyorsunuz birileri çıkıyor ‘O Yahudi sermayesidir olmaz’ diyor. İşsizlik diyorsun, işte buyur bak adam yatırım yapacak. Yatırım yapınca burada kim çalışacak?”

Küresel sermayenin Başbakan’ın gözünde, en hafif tabirle, bu kadar nötr olması çok nötr gelmiyor bana. Küresel sermayenin parasıyla yatırım yapıp iş ve üretime katkıdan başka hiçbir anlamının olmadığını savunmak tipik bir sağ siyaset tavrı. Hele hele bunu İsrail sermayesi bağlamında savunmak ise tek kelimeyle vahim.

“Paranın dini-imanı olmaz”la başlayan küresel sermaye savunması İsrail sermayesine değil kapıları, sınırları bile açmaya kadar götürebiliyor. Sermayenin dini değerlerden bağımsız olduğu söylenmek isteniyorsa bu İslami hassasiyeti olan kitlelere bulaştırılmış bir Özalizm virüsünden başka bir şey değil. Faizsiz ekonominin savunulduğu dönemde ekonominin her türlü değerden bağımsız kendi kuralları olduğunu savunarak ilkel bir liberalizmi muhafazakar kesime aşılamıştı Özal. Zihinleri bu denli çarpıtmasına rağmen “dindar cumhurbaşkanı” diye anılmayı başarmıştı.

Paranın her türlü değerden bağımsız olmasından ziyade sermayenin kime ait olduğunun fark oluşturmayacağını demek istiyorsa bunun da pek savunulur bir tarafının olmadığını söylemek gerek. Küresel sermayenin her türlü stratejik hesaptan, ideolojik kaygıdan uzak olduğunu varsaymak olsa olsa sermayenin tabiatını kavramamaktır.

Kapitalizmin ulus devletin sırtından geçindiği dönemlerde imparatorlukları parçalayıp sınırlar çektiği dönem ne kadar masum idiyse şartlar gereği sınırları aşındırıp küreselleşmesi de o kadar masum olabilir. İslam dünyasını ulusçuluk ideolojisiyle parçalayan hegemonik Batının küresel kapitalizmden bağımsız olduğu söylenebilir mi?

Küresel sermayenin bizim gibi ülkelere ilgiye de aynı ölçekte salt yatırım yapıp üretim ve istihdam gözüyle bakılması ancak tarihsiz ve hafızasız toplumlara özgü bir yaklaşım olur. Son küresel krizde Ortadoğu sermayesinden yüzlerce milyar dolara hangi finans numaralarıyla el konduğunu bilmek için ekonomist olmaya gerek yok. Yabancı sermaye ile rasyonel şartlarda iş yapmak başka, sermayeyi her türlü değer ve stratejik hesaptan masum nötr değer olarak görmek başkadır. Başbakan’ın görmek istemediği husus bu olsa gerek.

Türkiye-Suriye sınırındaki mayınlı alanın temizlenip organik tarıma açılması konusunda bu kadar naif yaklaşım olabilir mi? (Bu konuda Yeni Şafak’tan Hakan Albayrak ve Sabah’tan Umur Talu isabetli yazılar yazdı.)

Tarımsal tohum sektöründe İsrail’den alınan ve bir kez kullanılabilen tohum sayesinde bağımlı hale getirilmemiz ekonominin kendi kurallarıyla işleyen bir şey midir? Amerikan silah sanayiinin en büyük şirketlerinin bizimle kurduğu ilişki her türlü politik ve stratejik hesaptan uzak masum bir ilişki midir?

İsrail’de yürütülen, işgal ederek toprak kazanma stratejisinin yerine toprağı satın alma stratejisinin tartışıldığı (yani dost ülkelerden yararlanma) bir ortamda mayınlı alana gösterilen ilgiyi masum bir çiftçinin alın teriyle para kazanma çabası olarak okuma saflığında değiliz şükür ki.

Altını çizmekte yarar var: Sermayenin, her iki anlamda da hem dini hem milliyeti vardır.

Akif Emre

Yeni Şafak, 26.5.2009

27.05.2009


Hâkime hanım, lütfen özür dileyin!

Birkaç gün önce Fatih I. İcra Mahkemesi’nde yaşanan olay, tüyler ürpertici, ibret verici bir manzara çıkardı ortaya. Mahkeme salonuna çarşaflı geldiği için bir hâkim, vatandaşı azarlıyor.

Boşandığı kocası hakkında tazminat davası açan Naciye Sönmez ismindeki kişinin yüzünü açmasını yeterli bulmayan hâkime hanım, “Böyle olmaz! Bütün çarşafını çıkaracaksın.” diye gürlüyor. Hakkını aramak için adaletin kapısını çaldığı yerde sert bir fırça yiyen Sönmez “Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında böyle bir şey yok.” diyor ama aldırış eden yok. Hâkime hanım coştukça coşmuş gözüküyor, “Atatürk ilke ve kanunlarına göre seni böyle kabul edemem, yargılama başlayamaz.” diyor.

Buraya kadar yaşananlar belli bir oranda kişisel bir gerginliği iletişim kopukluğuna, zıtlaşmaya, gücünü gösterme psikolojisine dayanan otorite arayışlarına bağlanabilir. Hatta bir bakıma “üzücü bir durum; ama bazen böyle nahoş şeyler dünyanın her yerinde yaşanıyor” denerek meselenin üzerine gidilmeyebilir. Ne var ki hâkime hanımın söylediği şu cümleler art arda yapılan hataların hepsine tüy dikmiş: “Sizin Allah’ınız ve Allah’ınızın kanunları burada geçmez.”

Adalet dağıtmakla yükümlü bir yargıç böyle mi konuşur? Karşısındaki kişi şeriat talebiyle gelmemiş ki. Sizden hukukî süreci işletmenizi istiyor ve tazminat talebinde bulunuyor. “Sizin Allah’ınız” diye konuşulur mu vatandaşla? “Sizin Allah’ınız” “Bizim Allah’ımız” diye bir ayrım mı var ki hâkime hanım zehir zemberek laflar edebiliyor? Sonuçta vatandaş şeriat mahkemesine müracaat etmiyor; size, yani devletin adalet sistemine, başvuruyor. Ayıp değil mi?

Uzun zamandan beri yargı mensuplarından bir kısmı maalesef insanları incitmeye, kırmaya, küstürmeye devam ediyor. Üzülmemek elde değil. Bir hâkim bir davacıyla böyle konuşur mu? Bir kadın bir kadına (üstelik tanımadığı ve görevi gereği muhatap olduğu bir kadına) bu kadar öfke duyar mı? Daha önemlisi, bir devlet memuru bir vatandaşa “Sizin Allah’ınız” diye başlayan laikçilik nutukları çekebilir mi?

Hâkime hanımın yaptığı yanlışa tepki verenleri de ciddi bir sınav bekliyor: Hukuka saygı! Saygısızlık yapıldığını düşündüğünüz yerde siz de saygısız bir üslup takınırsanız mesele başka bir mecraya kayar ve ‘saygısızlıkla’ suçladığınıza ‘saygınlık’ bahşedersiniz. Oysa hak arama, erdemle yürütülecek sabırlı demokratik bir çalışmanın ürünü olmak zorunda. Aksi takdirde zorbalık esas olur ve hukuk sistemi tamamen çöker...

Laiklik din düşmanlığı değildir. Bunu herkes söylüyor. Ama iş, hayatın kendi pratiğine indirgendiğinde laiklik, laikçilerin eliyle bir baskı aracına dönüşüyor. Her mecliste “mahalle baskısı” palavralarına sığınanlar, bu tip olaylar ortaya çıktığında sus pus olmayı tercih ediyor. Belli ki ortada bir hak ihlali var. Yargı mensubu bir fert, görevi sırasında siyasi bir tutum takınamaz; o tutum yüzünden vatandaşına baskı uygulayamaz. En absürt örnekleri zoraki yakıştırmalarla “mahalle baskısı”na delil sayan akademisyenler alenen işlenen hukuk ihlallerine karşı aynı demokratik tepkiyi niçin veremiyor?

Hâkime hanım o kadar kızmış ki adalet aramak için devletin kapısını çalan bir vatandaşa “terbiyesiz, ahlaksız, ukala” diyebiliyor. Kaç gündür bekliyorum ki Fatih hâkimi gazetelerde yer alan haberleri tekzip etsin ve insanların yüreğine su serpecek mahiyette bir açıklama yaparak “ben böyle demedim” gibi bir cümle sarf etsin. Maalesef ne bir özür ne bir açıklama. Şayet nakledilenler doğruysa hâkime hanımın topluma karşı bir özür borcu var demektir. Sırtındaki cübbe, temsil ettiği makam, emaneten yürüttüğü görev özür dileme mecburiyeti getiriyor kendisine. Hiçbir kimsenin husumet oluşturma hakkı yoktur; hele bahsi geçen kişi adalet dağıtmaktan sorumlu bir insansa...

Ekrem Dumanlı

Zaman, 26.5.2009

27.05.2009


Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem: Kemalist anayasa ile hiçbir açılım yapılamaz

Yargının tarafsız olmasını anayasa mı engelliyor?

Evet. 1982 Anayasası, yargının tarafsız olmasını engelliyor. Eğer siz anayasanıza bir ideolojik tercih koyarsanız, yargı dahil bütün anayasal kurumlarınız bu ideolojik tercihten yana tavır alırlar. Nitekim alıyorlar veya almak durumunda bırakılıyorlar. Çünkü anayasa ve yasalara bir ideolojik tercih konulduğu andan itibaren, devlet organları durumdan vazife çıkarıyorlar. Bu yüzden zaten Türkiye’de yepyeni bir anayasa yapmak gerekiyor. Anayasa değişiklikleri yaparak vesayetçi sistemin yarattığı sorunlar çözülemez.

1982 Anayasası’nın ideolojik tercihi nedir? Bu ideoloji hangi maddelerde dile getiriliyor?

Bu ideolojik tercih, ‘Atatürkçülük’, ‘Atatürkçü düşünce sistemi’ ve ‘Kemalizm’ olarak adlandırılan ve Anayasa’da da Atatürk ilke ve inkılâpları şeklinde ifade edilen kavramda kendisini buluyor. Bu ideolojik tercih, Anayasa’nın başlangıç kısmında, ikinci maddesinde, dolaylı olarak dördüncü maddesinde, 42, 130, 175. maddelerinde açıkça ifade ediliyor. Bir de gençliği düzenleyen maddede yer alıyor bu resmî ideoloji. Mesela Atatürk milliyetçiliği Anayasa’da soyut bir kavram olarak kullanılsa da, Anayasa Mahkemesi ve diğer yargı kurumları, bu soyut milliyetçiliği, farklılığı reddeden, dışlayıcı ve ötekileştirici bir mantıkla yorumluyor. Atatürk milliyetçiliğini, türdeş toplum tasarımının bir parçası olarak değerlendiriyor. Nitekim Kürt meselesinin çözülememesi...

Anayasa’dan mı kaynaklanıyor?

Evet. Kürt meselesinin çözülememesi, Anayasa’dan da kaynaklanıyor. Kürt meselesini çözmeye yönelik kurulan siyasi partiler, Anayasa gerekçe gösterilerek Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmak isteniyor. Bu yargı kararları alınırken, hep Anayasa’daki Atatürk milliyetçiliğine ve “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkelerine gönderme yapılıyor. Türban davalarında da böyle oluyor. Türkiye’de bütün demokratik açılımlar, bu maddelere gönderme yapılarak engelleniyor. Zaten bilinen bir şeydir. Bir devletin anayasasının ideolojisinin olması ve yargının bir dünya görüşünden yana davranması, hukuk devletini, demokrasiyi ve özgürlükleri zedeler. Demokrasi de, hukuk devleti de o ideolojiyle sınırlı birer sözde demokrasi ve sözde hukuk devleti olur. Her an herkesin başına her şey gelebilir. Bizde yaşanan da bu değil mi?

(...)

Kriz üretmek isteyen bu anayasayla istediği krizi üretebilir mi?

Kesinlikle üretebilir. Parti kapatmak isteyen kapatabilir. Cumhurbaşkanını yargılamak isteyen yargılayabilir. Bu anayasada bir maddeyi değiştiriyorsunuz ve sorunu aştığınızı sanıyorsunuz, bir bakıyorsunuz aynı kriz başka bir maddeye dayanılarak üretiliyor. AK Parti, türban eksenli bir anayasa değişikliği yapmakla ve sivil anayasayı rafa kaldırmakla kendi ayağına kendisi kurşun sıktı.

Konuşan: Neşe Düzel

Taraf, 25.5.2009

27.05.2009


Gömdüler, ama çıkaramıyorlar!

LÜTFEN bir dakika sessiz kalıp şunun üstüne düşünebilir misiniz?

Sonra...

Gurur duyduğunuz her bir şeyle yine aynen devam edin isterseniz.

***

Ülkenizde...

Hükümetler ile Silahlı Kuvvetler memlekete (şu veya bu nedenle) yüz binlerce mayın gömmüşler.

Şimdi çıkaramıyorlar!

***

Dünkü (ve daha önce bu konudaki çok sayıda) yazının devamı olarak uzatmadan sadece bunu soruyorum:

Mayını kendi topraklarına yıllarca bol keseden döşeyip bir gün mecburen sökmesi gerekince beceremeyen büyük bir devlet size huzur veriyor mu?

***

Başbakan, “Mayın temizleme işinin İsraillilere verilmesinin makul olduğunu” anlatmak için birçok şey söylüyor...

Ama İsraillilerin yapabildiği bir işi “büyük bir devlet” olan bizim neden beceremediğimizi izah etmiyor.

Muhalefet partileri hükümetin niyetini eleştirip duruyor...

Ama bu memlekette kendileri de bir şekilde iktidar olduğu halde, neden mayın dikmekte bu kadar zengin, mayın sökmekte ise bu kadar yoksul olduğumuzu söylemiyorlar.

Türk Silahlı Kuvvetleri milyondan fazla mayın döşemişken ülke topraklarına, Genelkurmay bu mayınları ordunun temizleyemeyeceğini açıklıyor...

“Çünkü” diyor, “Teçhizat ve özel eğitim almış uzman yetersizliği olduğunu” belirtiyor.

Ama, 600 bin kişilik, milyarlarca dolar harcamalık, devlet ve siyaset üstünde vesayet sahibi bir kurumun bunca yılda ne sebeple teçhizat edinemediğini, özel eğitim almış personel yetiştiremediğini söylemiyor.

***

Hükümet, muhalefet ve Genelkurmay...

Silaha, teçhizata, dünyanın en kalabalık ordularından birine, yoksul bir ülkenin dünya parasını hiç tartışmadan ayıran bir devletin neden bu işlerde teçhizatsız, personelsiz kaldığının hesabını vermiyor.

Ne hesap, böyle bir tartışma bile yok.

Bana kızıyorlar, “Yazısını okuyanı tart ederiz” diye bazı askerler tehdit görebiliyor ama binlerce profesyonel ya da tertip tertip asker, “üstüne, üstün ailesine, lojmana, orduevine, gazinoya, kampa, kantine hizmet” işlerinde “mecburi hizmetli” çalıştırılırken, yıllardır neden “uzman personel” yetiştirilemediğini anlatan yok!

***

Neyse gidişteki ricamla bitireyim.

Lütfen bir dakika şunun üstüne düşünür müsünüz:

Hükümetler ile Silahlı Kuvvetler memlekete (şu veya bu nedenle) yüz binlerce mayın gömmüşler.

Şimdi çıkaramıyorlar! Çünkü, 600 bin kişilik orduda teçhizat ve uzman personel yok.

Ama İsrail’de var; di mi!

Umur Talu

Sabah, 26.5.2009

27.05.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Yemek Tarifleri - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Satılık Tekne- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis