Görüş |
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş ve bazı olaylar
Japonlara hayranım. Demokrasiye geçmişler ama eski âdet, gelenek ve göreneklerini hiçbir zaman unutmamışlar. Bizde ise Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken mazi ile olan bağlarımız tamamen kesilmiş. Meselâ; 1915 yılındaki tarihî olayları ‘Tarihçiler halletsin’ deriz; zirâ hiç kimse o devrin belgelerini okuma imkânına sahip değildir. Çünkü Osmanlıca’yı bilmeyiz. Geçen Ramazan’da bir hacı ağabeyimize Kur’ân-ı Kerim hediye ettim. Hacı teşekkür etti, “Ama,” dedi “Oğlum, ben 70 yaşındayım, Kur’ân-ı Kerim’i okumasını bilmem ki; bu kitabı ne yapayım?” Yine Batının Anneler Günü var, yılda bir defa kutlanır. Halbuki bizler İslâma göre annelerimizi ömür boyu sever ve hürmet ederiz. Onu benimseriz, çünkü anneler ömür boyu hürmete lâyıktırlar. Onları 365 günde bir gün hatırlayanlar, 364 gün durumları ne olacak, onu düşünmez. Yine Babalar Günü yılda bir gün kutlanır, ama 364 gün onlarla kim ilgilenecek, düşünülmez. Babamız ve annemiz yaşlanınca, onları huzurevine götürür bırakırız. Ama bir gün biz de yaşlanacağız, sonumuz nasıl olur, hiç düşünmeyiz. Kur’ân’a inanırız, ama onu okuyamayız. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (asm) inanırız, ama onun sünnet-i seniyyesini yaşayamayız. Belki son nefesimizde, “Kelime-i şehadet getir” denilse, “O da ne?” diye derin derin düşünürüz... İşte mazi ile, din ile bağların koparılmaya çalışılmasının neticesidir bütün bunlar. Osmanlı’nın son döneminde parlamenter sistem vardı, hatta anayasa bile vardı. Meşrûtiyet, parlamenter bir sisteme dayanıyordu. Sadece devlet başkanı seçimle iş başına gelmesi gerekirdi. Başka eksikler de vardı tabiî. Yine de tam demokrasiye giden yolda önemli adımlar atılıyordu. Ama Cumhuriyete geçince, hem meclis başkanlığını, hem de cumhurbaşkanlığını tek elde toplayan liderleri çok gördük. Bizim haberimiz olmadan bizi kurtarmaya gelenler de, her 10 yılda bir ihtilâl yaptılar. Hem millete sormadan anayasa yapanlar, hem de bu anayasaları silâh zoruyla dayatıp onaylatanlar için halkın iradesi bir mânâ ifade etmiyordu. “Milletin çağrısı ile geldik” diyorlardı ama milletin bu olaydan haberi bile yoktu. Osmanlı döneminde iç isyanlar olur, yeniçeriler bir hükûmeti yıkar, diğerini yerine koyarlardı. Millet ise, seyirci olurdu. En sonunda bu çapulcu takım safdışı edildi. Buna da “hayırlı vak’a” denildi. Şimdiki darbecileri de, millet safdışı etmeli! |
NECATİ YILMAZ 06.06.2009 |
Sabah düşünceleri
Gecenin alacakaranlığından kalma gün ışıkları… Yıldızların alabildiğine parladığı, güneşin sonsuz dalgalarına hasret kaldığı bir sabah.. Evlerin ışıklarının tek tek birer fener alayı gibi yandığı akşamlardan, pembe, mor, beyaz menevişlerle işlenmiş ufuklara... Sabahın erken saatinde, kapıyı ya da pencereyi açıp o esintiyi yüreğinize hapsettiniz mi hiç? Sizi ürperten, üşüten ve fazlaca sakinleştiren sabah rüzgârını hiç ömrünüze yaymayı düşündünüz mü? Hayatın bir işleyişi var şüphesiz ve o işleyiş içerisinde kendimize, manevî duygularımıza, ruhumuza daha az vakit ayırıyoruz. Ama böyle zamanlarda, akşamın geç, sabahın erken saatlerinde, biraz da dinlenmiş ruh aksinin etkisiyle olsa gerek, yatkın oluyoruz manevî iklimlere. Daha bir duyarlı, daha bir ilgili oluyoruz kendimize. Helâlleşiyoruz, hesaplaşıyoruz içimizle. Bizde iz bırakan iyi ve kötü yanlarımızla… Bazen sevinçli, gülerek izlediğimiz hayat sahnemiz, bazen kederli, kirli, çamurlu suya dönüşüveriyor. Berraklık kalkıyor, duruluk, safiyet kayboluyor. Gönül aynamızın rengi, bizim kalbimizin rengiyle buluşuyor. O zaman dünyayı bazen siyah, bazen beyaz, bazen de rengârenk görüyoruz. Aynamızı ne kadar berrak tutabiliyorsak, o yansıyor günümüze. Kendimize iyi davrandığımız, sıkıntıları azimle aştığımız, mutlulukları hazmedebildiğimiz bir güne dönüşüyor. Kısacası sabahlarımızın kalitesi, bir yerde kendimizin kalitesi demek. Hayatımızı mutlu istikametlere yönlendirebildiğimiz, duygularımızı olduğu gibi kullanabildiğimiz, istidatlarımızın farkına varabildiğimiz günler, böyle sabahların sonucunda ortaya çıkıyor. Yoksa sabahları yatakta geçirerek kalkıyorsak, günün meşguliyetlerine tabiri caizse düşüyoruz. Geç kaldım psikolojisiyle hiçbir şey görmüyor gözümüz. Afallıyoruz, aptallaşıyoruz ve her şeyden önemlisi ıskalıyoruz. Hayatı, hayatı yaratanı, bu günü bizim emrimize vereni, bir güne daha başlayabiliyor olmanın sevincini... Bunların farkına varmıyoruz çoğu zaman. Bir değer olduklarını bile fark etmiyoruz, ama gerçekten yaşayıp değerini anladığımızda duyduğumuz mutluluk, her şeye bedel oluyor. Güneşin, üzerindeki mahmurluktan kurtulmaya çalıştığı, yıldızların yavaş yavaş görünmez olmaya başladığı, geceden kalma serinliğin yüzümüzü yalamakta ısrar ettiği alacakaranlık zamanları, bizim ona şahit olmamızla değerini arttırıyor sanki. O bizimle, biz onunla değerleniyoruz. Manevî dünyamız renklenirken, biz iyi bir şey yaptığımızın farkında olarak ilerliyoruz yeni güne. Duâlarımız, niyazlarımız hep bu yönde oluyor ve yeni güne Rabbimizi hatırlayarak başladığımızın sevinciyle kaldırıyoruz seccademizi. Ümitli, sevinçli, bilinçli farkındalıklarımızla ulaşacağımız nice sabahlara..! |
HAVVA KÜÇÜKKONUR 06.06.2009 |
Şehir/ Yabancıyım sana
1. kaç adım kaldı ki sırata hadi dayan bulaşmadan kire, geçtiğin kaldırımlarda kapat gözlerini bu şehir yabancı sana bakma sağa, sola, öne, arkaya her yer ceset dolu çağıran kör kuyulara
2. gitmek geliyor değil mi içinden kapatmak kendini dört duvar arasına duyulmasa günde beş defa Bilâl’in sesi yıkılırdı, çoktan semakubbelerin altında açılan el sütun olmasa
3. kaç çınar ömrü yaşadı şehir kirletirken sürekli insan yağmur temizledi inatla 4. ah hilâl ve yıldız senden sonra sokakları kararttı yanıp sönen ışıklar biz küçükken aydınlık paktı 5. güneşin doğuşunu göremedim hiç binalar kapattı ilk ışıkları münzevî bakışları pencerede ölü, ölü her ev sabah yakınkenben kimim, nedir aradığım daha bitmeden gece
6. ey Resul, sen biliyorsun yarılan yüreği karla temizlemeyi bu şehirde kar hiç beyaz yağmadı
7. birikti kelimeler parmak uçlarımda dudaklarımda birikti titrek depremler bırakıyorum bir sabah suya ellerimi diz çöküyorum ellerim , ellerim yukarda
8. ah şehir bıraktım kendimi içimdeki uçsuz boşluğa
Dön “Dön Mevlevî. Dön şekil al. Piş aşk ikliminde. Toprak gibi. Çömlekçinin ellerinde.”
YUSUF BAL - [email protected] |
06.06.2009 |
DUÂ MİSAL…
İNSANLIĞIN, maddeci bataklık misal, görünmez bir okyanusa itildiği, sürüklemeye çalışıldığı bir zamanda kendi hayatını feda ederek o okyanusa dalan, Başkasının imanının kurtulmasına karşılık kendisinin cehennem ateşinde yanmasına razı olan, Yorulmadan, bıkmadan dâvâsı yolunda Hakk'a dayanarak durmadan yürüyen, O’nu haykıran, Ey Aziz Üstadım Hazretleri; Seninle serinledi bu yanmış sineler, gönüller; seninle cesaret buldu küf kokan, ümitsiz biçareler.. Seninle kendimizi bulduk, hakikî mânâda nerden gelip nereye gittiğimizi Sözlerinden öğrendik… Seninle doğruldu ümitsizlik tokadıyla yere yığılan yiğitler; dâvâsına yeniden sarıldı, bu vatan sathını bir mektephaneye çevirmek için.. Seninle kaçacak delik aradı, tutunacak dalı kalmadı zalimlerin; mazlûmlar seninle güldü, Gül misale döndü… Seninle bildik ve sevdik Yaratanı, Yaratanın Ha- bib-i Kibriyası olan Güllerin Sulatanı’nı... Kâinatın mayasının muhabbet olduğunu, Senin Hz. Peygamber (a.s.m.) şefkati misal sevginle bildik, tattık; Ey Üstadım Efendim, Bu zamanda Kur’ân’ın elmas bir kılıcı olan Risâle-i Nurun Talebeliğine kabul eyle; himmetini üzerimizden çekme. Ey Allahım, Bizi Sana lâyık bir kul, Habib-i Ekrem Hz. Muhammed'e (a.s.m.) gerçek mânâda bir ümmet, Isparta Kahramanlarına hakikî bir arkadaş, dost eyle…Amin
Selim A. PALA [email protected] |
06.06.2009 |