07 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Yobazlık... Her yerde, herkeste!

Sonunda Yiğit Bulut da anladı!

Yobazlığın sağı solu yok.

Çoğu zaman irticacı kadar yobaz laik de; çoğu zaman gelenekçi kadar yobaz yenilikçi de!

Kendini bilimden yana görenin yobazlığı bazen en hurafeciden bile daha sert, daha kuru, daha insafsız!

Yobazın milliyetçisi, enternasyonalisti; liberali, muhafazakârı, sosyalisti, Kemalisti yok!

Hepsi bir anda ve nasıl da kolayca yobazlığa dönüşebiliyor!

Hepsi çevresini dikenli tellerle örüyor, hepsi dışlayıcı, hatta yok edici.

Ve ne yazık ki, hiçbir teori, hiçbir inanç yobazlığa karşı doğal bağışıklık sağlamıyor.

***

Yiğit Bulut!

Bir bakmışsınız, Barzani’yi kulağından yakaladığı gibi Türkiye’ye getirmeye kalkan...

Bir bakmışsınız, IMF’nin kapatılmasını isteyen...

Ama her sabah televizyonda en şık haliyle ulusal ve uluslararası para piyasalarını yorumlayıp tüyolar vermeyi ihmal etmeyen ekonomi uzmanı...

Yiğit Bulut!

Birbirine muhalif gibi görünen ve çok tartışmalı tezleri doğruluklarına inandığı için içtenlikle ve asla geri adım atmadan savunan köşe yazarı...

Geçen hafta gazetesi Vatan’da üç yazı yazdı Bulut.

Darwinci Evrim Teorisi’ne ve evrime inananlara da inanmadığını dile getirdi.

Vay sen misin bunu yapan!

***

O güne kadar Yiğit Bulut’un her dediğine yobazca inananlar, şimdi sırf Yiğit Bulut evrime inanmadığı için, ona inanmamaya başladılar. Bir anda kendini aydın sanan kara cehaletin, nerede pozisyon alırsa alsın mutlaka yobazca pozisyon alan siyasal hoyratlığın saldırısı başladı.

Geçen günkü yazısında şaşkınlıklar içindeydi Bulut! (Bkz. Vatan.03/06/09) Okumuş yazmış okur kitlesinden gelen tepkiler karşısında şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştu belli ki!

Onu “milliyetçi” olarak tanıyıp benimseyen okurları “milliyetçi çizgide biri okyanus ötesinde icat edilen Darwin karşıtı çizgiyle nasıl buluşur” diye soruyordu. Bu düzeyde saçmalamaya kadar gidebiliyordu işte insanlar!

Çoğunluk ise Einstein’ın “itici güç” kavramını kullandığı için onu “mürteci” ilan etmişti bile!

***

Nedir yobazlık? Nedir bağnazlık?

Bir zamanlar Ahmet İnam çok güzel tanımlamıştı:” Yobazlar dünyayı boydan boya ikiye ayırırlar. Bizimkiler ve onlar...”

Bir de...

En büyük yanılgımız okumanın, öğrenmenin yobazlığa engel olduğunu sanmak, yobazların cahiller olduğunu sanmamızdır.

Okur yobazlar, bol bol yazan yobazlar vardır.

Ama sürekli kendilerini haklı kılmak için okur, yazar yobazlar.

Bir de...

Bana sorarsanız...

Vazgeçtim gündüzlerinden...

Gece kafayı yastığa koyunca hemen uyumayıp kendilerine “nereden geldik, nereye gidiyoruz?” diye sorsalar...

Biraz kuşkulanıp sorgulasalar bildiklerini, öğrendiklerini, fikirlerini...

Düşünce ve inanç tembelliklerini biraz olsun terk etmeyi göze alsalar... Belki o zaman yavaş yavaş kalkmaya başlar yobazlığın karanlık örtüsü!

Sabah, 6 Haziran 2009

Haşmet Babaoğlu

07.06.2009


Obama: Bir lider profili

Bizde birçok gazetenin manşetine “Esselamünaleyküm diye başladı” şeklinde yansıdı. Yanlış bir ifadeydi. Ama bu yanlışı Obama yapmamıştı.

Şimdi burada “yanlış bir ifadeydi” sözümün de anlaşılmayacağını biliyorum. Çünkü o manşeti atan arkadaşlarımız yanlışın da farkında değillerdir. Değillerdir, çünkü bizim Müslüman toplumumuzda, özellikle okumuş yazmış kesimlerde “İslam kültürü” kulaktan dolmadır.

Yanlış basit ama yanlış işte.

Obama’nın yapmayacağı kadar yanlış.

Yanlış nerede?

Bir “n” harfinde. “Esselamü-n-aleyküm”deki “n” harfi fazla. Şayet bu selam “selamünaleyküm” şeklinde söylenseydi “n” harfinin bulunması doğru olurdu. Bu, basit bir Arapça kuralı. Bunu söylemenin ukalalık diye algılanmasını istemem. Ama maalesef, bizde sık sık yapılan bu tür minik hatalar, bir kültür boşluğunu da ifade etmiş oluyor.

Ve işte bunu Obama yapmıyor.

Obama, “İslam dünyası”na seslendiğinin bilinci içinde, ama bir “Dünya lideri” olduğunu da unutmadan, yani Kahire’de Müslümanlar’a hitap ederken bu nutku tüm dünyanın ilgiyle dinleyeceğini dikkate alarak, son derece dengeli bir dil üretiyor.

Ama, yine buna rağmen, Amerika ile daha genelde Batı dünyası ile İslam dünyası arasındaki duygu kırılmalarını dikkate alarak “İslam’la ilişkilerde yeni bir başlangıç yapma” hassasiyeti ile konuşuyor.

Burada derin bir hassasiyet olduğunu vurgulamam lazım.

Sorayım size:

Bizde kaç kişi, Peygamberimiz’in adının geçtiği yerde salavatı şerife getirmeyi akıl eder?

Bunu Obama yapıyor.

Obama, söze “Esselamü-aleyküm” diyerek de başlıyor.

Hatta üstelik yine selam vererek bitiriyor sözü.

Sorayım size:

Bizde kaç kişi, söze başlarken ve bitirirken selam vermenin gerekliliğini akıl eder?

Bunlar, çok önemli hassasiyetler.

Çok özenle hazırlanmış bir konuşma Obama’nın Kahire konuşması.

Üç ayrı yerde Kur’an’dan yaptığı alıntılar... Sonra, metin olarak aynen sunmasa da, yaptığı telmihler (atıflar, referanslar...)

Titiz bir seçimi gösteriyor.

Hem bizatihi İslam’ın ilkelerini, hem tarih içinde Müslümanlar’ın medeniyet ve ilme katkılarını, hem de Müslümanlar’ın genel anlamda barışçı hüviyetlerini vurgularken, Obama asla falso vermiyor.

Müslümanlar’ın bilime ve medeniyete katkılarını anlattığı bölümler, belki bizde, kimi aydın çevrelerde bile, “Geçmişle övünme” denilerek küçümsenir, Müslümanlar’ın bir zaafı gibi sunulur.

Obama, başörtüsü konusunda nerede ise tüm İslam dünyasının ortak yarasını fark etmiş ve oraya bir merhemle yaklaşma çağrısı yapıyor.

Sözleri Batı dünyasına... Ama sorayım size:

Bize de değil mi?

Ne hissetmiştir bizim çok laik, çok devrimci, çok cumhuriyetçi başörtüsü karşıtı dünyamız? Yasak sürüyor hâlâ...

Bir yargıç “Sizin Allah’ınızın kanunları geçmez burada” diyor hâlâ...

Bir yargıç “Başınız örtülü ise ağır eleştiriyi hak ediyorsunuz” diye karar yazıyor hâlâ...

Obama’nın konuşmasını bir kere daha okuyun ve sorayım size:

-Hangi İslam ülkesi lideri, böylesine bir konuşma ile çıkar dünya kamuoyunun, hatta kendi toplumunun huzuruna?

Ben, en azından bizde çıkılamayacağını biliyorum.

Çünkü bu tür konuşmalar gider, laiklik ilkesine toslar. Ve hiçbir lider göze alamaz Kur’an’a referans vermeyi...

Obama, bir dünya lideri olarak konuşuyor.

Onun felsefi bir duruşu var.

O, kendine inanılmasını önemseyen bir insan.

Güç gösterisinde bulunmuyor.

Aksine, bir büyük inanç camiasına kendisini inandırma çabası sergiliyor.

Obama’yı dinlerken, bizim dünyamızdaki tepeden bakan kadroların kibri daha bir açığa çıkıyor.

Neresinden bakarsanız bakın, Obama’da farklı bir lider profili ile karşı karşıyayız.

Hiç şüphesiz Obama, bundan böyle bu lider profilini somut olaylarda ete kemiğe büründürme sınavı içinde olacaktır.

Amerika’nın lideridir ve Amerika tekin bir güç değildir.

Liderlik sınavı, belki Amerika’nın bu tekin olmayan yapısını dizginleme sınavı ile iç içe yürüyecektir.

Olay, “Müslümanlar’ın gönlünü hoş edecek birkaç şey söyle, ondan sonra her türlü fesada devam et” şekline dönüşürse, bu o sevimli yüzü maskeli bir yüz haline dönüştürecektir.

Obama, Amerika için kendi dışındaki dünya ile sağlıklı iletişim kurabilme noktasında bir fırsattır.

Kendi dışındaki dünya ile sadece sömürgecilik ilişkisi içinde bulunan Batı için, insani zemin arayışı bakımından bir fırsattır.

Obama, İslam hakkında bir başka bakışı, dünyanın, özellikle Batı dünyasının önüne koymuştur.

Bizim gibi, İslam’la gelen zamanlara mesafeli kalmış aydınlara sahip ülkelerin önüne koymuştur.

Bu her haliyle birçok çevrenin zihin kodlarını zorlayan “Yeni bir başlangıç” çağrısıdır.

Obama, farklı bir liderlik profilini getiriyor dünyanın önüne. Bu dünya için iyidir.

Bugün, 6 Haziran 2009

Ahmet Taşgetiren

07.06.2009


Obama, laiklik, Başsavcı

ABD Başkanı Obama’nın Mısır’da yaptığı konuşmayı beğendim. Gerçi “herkese mavi boncuk dağıttı” diyenler var; tehdit ve bomba dağıtacağına, herkesle diyalog kurmak istemesi iyi değil mi?

Tekil konularda eleştirilebilir; mesela Filistin konusunda daha bir açılım yapmalıydı. Fakat genel yaklaşımları, tekil konulardaki siyasi manevralarından daha önemlidir.

Obama, süper güç ABD’nin politikalarında tehdit ve savaşı değil, diyalog ve diplomasiyi öne çıkarıyor. Bush’un “ya bizdensiniz ya bize karşı” diye ifade ettiği ‘sekter’ ve dışlayıcı politikasının aksine, Obama, ABD ile en ihtilaflı ülkelere, mesela İran’a da diyalog elini uzatıyor.

İslam konusunda çatışmacı ve tahrikçi değil, uzlaşmacı ve sakinleştirici bir dil geliştirmek istiyor.

Bunları elbette öncelikle kendi ülkesinin çıkarları için yapıyor. Ama ortaya koyduğu bu yaklaşımlar basit birer “taktik” değildir, bir felsefenin yansımasıdır. Ülkesinin içinde de ‘farklı’ kesimlere aynı şekilde yaklaşıyor zaten.

Ama hangi

modernleşme?

Bu felsefe klasik Anglosakson liberalizmidir. Obama’nın din, laiklik, kadın kıyafeti gibi konulardaki sözleri de bu özgürlükçü felsefi geleneğin ifadesidir.

Modernleşme sürecinde Fransa bir modeldir; ‘devletçi’dir, bireyin özgürlüğünden çok, toplumun devlet eliyle şekillendirilmesini, bireyin de devlete karşı “vazife”lerini öne çıkarır.

Anglosakson modeli ise toplumu veri olarak kabul eder, toplumsal dinamiklerle gelişmeye inanır, bireylerin serbest olmasına, özgürlüğe önem verir.

İki modernleşme yolu arasındaki temel farklar için şu esere bakılabilir: Gertrude Himmelfarb, Roads to Modernity, 2005.

Fransız laikliği ile Anglosakson sekülarizmi arasındaki farkın ardında bu büyük felsefe farkı vardır. Merhum Bülent Tanör’ün de belirttiği gibi, bizde ve Fransa’da laiklik “çatışmalı” ve “seçkinci”dir. Anglosakson sekülarizmi ise “uzlaşmacı ve barışçı”dır. (Türk Anayasa Hukuku, 2000, sf. 86.)

İki modelin tarihteki serüvenleri de böyle oldu; Fransız modelinde büyük kavgalar ve bu yüzden ekonomik gelişmede gecikmeler yaşandı. Öbüründe ise yumuşak geçişler oldu, bu sayede ekonomik ve teknolojik gelişme hızlandı.

Laiklik ve ekonomi

Dün yazıma hazırlanırken, Yargıtay Başsavcısı sayın Abdurrahman Yalçınkaya’nın konuşmasını dinledim. Parti kapatma konusunda Venedik Kriterleri’ne yasakçı yorumlar getirirken Anayasa Mahkememizin içtihatlarını bile yok sayarak yine yasakçı bir “kanunculuk” yapıyordu. Dahası, diyordu ki:

“Muhafazakâr partiler öne çıktıkça, ekonomik büyümeye daha çok vurgu yapılmak suretiyle, laikliğin gündemden düşürüldüğü görülmektedir.”

Sina Akşin’in “ekonomiye öncelik vermek kısmi karşı devrimdir” sözünün tekrarı! Evet ama demokratik bir rejimde Başsavcılık makamı bu kadar ideolojik olabilir mi?!

TOBB’lar, TÜSİAD’lar, sendikalar, vatandaşlar, ekonomiyi bırakalım, gece gündüz laiklik zikri çekelim, “gündemden düşürülmesi”ni önlemek için!

Hâlbuki, asıl modernleşme ekonomik yapının değişmesidir! “Ekonomi konuşan toplum” olmak çağdaşlaşmanın en önemli göstergesidir!

Ekonomiyi, bireysel özgürlüğü, demokrasiyi ‘ikinci sınıf’ sayan bir laiklik anlayışı çağdaş değildir! Artık kafamızı Fransız ‘fanus’undan çıkarıp ekonominin ve demokrasinin işlevini anlamak gerekmiyor mu?

Milliyet, 6 Haziran 2009

Taha Akyol

07.06.2009


Teşekkürler Obama

Barack Obama, Müslüman dünyaya seslenirken, Türkiye’de çözümsüz kalan bir soruna da parmak bastı. Şöyle dedi: “Batı’da başını kapatmayı seçen kadının daha az eşit olduğuna dair bir görüş var; ben bu görüşü reddediyorum. Asıl eşitsizlik, bir kadının eğitim hakkının elinden alınması.”

Teşekkürler Obama... Türk seçkinlerine yıllar yılı anlatamadığımız bir gerçeği birkaç cümle ile sade bir biçimde ortaya koyduğun için. Maalesef, bizim Anayasa Mahkememizin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki Türk hâkimin görüşlerinden etkilenerek, “başörtüsünün eşitsizlik yarattığına” dair düşünceler, AİHM kararlarında yer almıştır. Oysa reşit olan bir kadının özgür tercihiyle başörtüsü taktığı, en azından bunu böyle varsaymak gerektiği ortada. Velev ki baskı altında başını örtmüş olsun... siz başı örtülü diye onun eğitim hakkını elinden alırsanız, daha büyük eşitsizlik yaratmış olmaz mısınız?

İşte Barack Obama, bu basit gerçeği ifade ediyor.

Sabah, 6 Haziran 2009

Nazlı Ilıcak

07.06.2009


Neo-İttihatçılar

Kimi gazeteleri sürekli olarak yandaşlıkla, haber saklamakla suçlayan bir kısım medya ‘Açık Toplum Enstitüsü’nün yaptığı araştırmayı özenle görmezden geldi.

Bahçeşehir Üniversitesi öğretim görevlisi Yılmaz Esmer’in hoşgörü araştırmasını manşetlere taşıyanlar, ‘seçkin Türkler’in ‘ötekiler’den rahatsızlığına gözlerini kapattılar. Kendileri de böyle düşündükleri, çevrelerinde başörtülü, Kürt, Ermeni görmek istemediklerinden olabilir.

Hatırlarsanız kendi çalışanlarının ter kokusundan duydukları rahatsızlığa koca bir köşe ayırmışlardı zamanında.

Mardin’deki katliamı zanlıların Kürt kökenli olmasına bağlayan bu faşizan anlayışın çarpıcı bir dışa vurumu bu araştırmada ortaya çıkmış. (Adana’da kendi ailesinden 8 kişiyi hunharca öldüren adamın etnik kökenine bakmayı akıl edemediler nedense.)

Nilüfer Göle bu zihniyetin Fransa başta, Avrupa’daki yansımasını ‘İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa’ adlı son kitabında detaylarıyla anlatıyor.

Araştırmaya katılan ve hepsinin iyi eğitimli olduğu belirtilen 40 Türk seçkininin kendi yurttaşlarına bakışı, Fransızlar’dan farksız.

Onlar aslında ‘içimizdeki Fransızlar.’

Başörtülünün, Kürt’ün kamusal alana çıkıp kendi kimliğini ortaya koymasından rahatsızlar.

Araştırma fikri, böylesi bir seçkinin Hrant Dink cinayetiyle ilgili yorumu olmuş zaten.

‘Hrant da kaşınmasaymış’ diyerek cinayeti olumlamış bir Türk seçkini.

Yani, ister muhazakâr, ister azınlık, ister Kürt olsun, kendisinden farklı olanın sessiz kalmasını, hak talep etmemesini arzu ediyor.

Kaderin cilvesi, Galatasaray Üniversitesi’nden Prof. Dr. Füsun Üstünel ile Doç Dr. Birol Kaymaz’ın yaptığı bu araştırma tam da Barack Hüseyin Obama’nın tarihi Mısır konuşmasını yaptığı gün yayınlandı.

Ne diyordu Obama: ‘Kadının eşitliği konusu sadece İslam’ın meselesi değil. Eğitim fırsatı verilmeyen kadına eşitlik sağlanmadığına inanıyorum.’

Başörtülü kadına üniversite kapısının kapatıldığı ülkemiz seçkinini öfkelendirip çileden çıkartacak bir yaklaşım.

Çünkü, üniversitede türbanlı görmekten ‘iğreniyor.’

‘Benim oyumla dağdaki çobanın oyu eşit mi olacak’ diyen Aysun Kayacı’yı bile aşan bir yaklaşım bu.

Başörtülüyü, Kürt’ü, azınlığı dışlayan, ötekileştiren bir zihniyetle karşı karşıyayız.

En seçkin üniversitelerin bile ‘Öteki’ne düşmanlıktan başka his beslemeyen, cinayeti kutsayan, faşizan zihniyetli insanlar yetiştirdiğine tanıklık ediyoruz.

Faşizan, çünkü ‘Öteki’ne yaşam hakkı ve alanı tanımıyor.

Elinden gelse, başı örtülüyü, Kürt’ü 1915’deki gibi sürüp atacak bu topraklardan.

Bir kaç dil biliyorlar, kitap okuyorlar, iyi markaları ve şarapları biliyor, dünyayı geziyorlar ama insanı sevmiyorlar.

Almanya’da Nazileri iktidara getirip korkunç cinayetlerine destek olan da bu anlayıştı.

Zaten buldukları çözüm yolu da darbe.

Kendi göz zevkleri, rahatları için, bulundukları mekanda Kürt, başörtülü olmaması için yeni işkencehaneler kurulmasına çanak tutuyorlar.

Bir darbe olsa ellerinde bayraklarla sokaklara döküleceklerinden kuşkum yok açıkçası.

Türkiye ortasından ikiye bölünmüş bir ülke görünümünde ve bu araştırma ülkemizin çok ciddi bir ‘Türk Meselesi’ olduğunu gösteriyor.

Kendinden farklı olandan iğrenen, ona katlanamayan bu insanları normalleştirmek mümkün mü, bilemiyorum. Ancak hoşgörüden bu kadar yoksun insanların, bu kadar güçlü olduğu bir ülkede demokrasiyi kökleştirmenin kolay olmadığını biliyorum.

Star, 6 Haziran 2009

Ergün Babahan

07.06.2009


Tektip toplum modern değildir

Modern toplumun tektip, türdeş, homojen bir toplum sayıldığı bir dönem vardı. Diyelim ki 19. yüzyıldan 20. yüzyılın son çeyreğine kadar uzanan dönemde hakim olan anlayışla, insanlar arasında din, dil, etnisite, kişilik, yetenek, ihtiyaç farklarının görmezden gelinmesi, herkesin eşit muamele görmesi, tek bir kültüre asimile edilmesi, tek bir potada eritilmesi modern toplumun gereği sayıldı.

Bu modernlik anlayışı, Cumhuriyet Türkiye’sine de hakim oldu. Nihayet 1990’lardan itibaren toplumun dayatmasıyla, çok acı tecrübelerden geçerek farklılıklarımızın ve bunlara saygı gösterilmesi gereğinin bilincine varmaya başladık. Denebilir ki o tarihlerden itibaren de eski tip modern bir toplumdan, yeni tip modern bir topluma, dilerseniz post–modern topluma, yani farklı kimliklerin, farklı ihtiyaçların tanındığı ve saygı gördüğü türden bir topluma geçişin sancılarını yaşıyoruz.

Ne yazık ki bugünlerde artık aşılmakta olduğunu sandığımız tektipçi zihniyetin askerlik ve yükseköğretim alanlarındaki diriliş denemelerine tanık oluyoruz. Genelkurmay Başkanlığı farklı konumları dikkate alınmaksızın 18 yaşın üzerindeki bütün erkeklerin 12 ay zorunlu askerlik yapmasını öngören, tektip bir askerlik sistemi geliştirme arayışında. Gerekçe, TSK’nın yani devletin ihtiyacının bu yönde olması. Peki ya toplumun ya da yurttaşların ihtiyaçları ne olacak? Türkiye neden hâlâ, felsefi–dini inançları nedeniyle eline silah almama, askerlik yerine başka tür bir toplum hizmeti görme imkânını tanıyan vicdani ret hakkını tanımayan türden bir demokrasi olmaya devam ediyor? Yurtdışında çalışan yurttaşlarımıza, işlerini kaybetmemeleri için tanınan belirli bir bedel karşılığında kısa dönem askerlik yapma imkânı niçin kaldırılmak isteniyor? Yaklaşık bir buçuk milyon insanın asker kaçağı olduğu bilindiği halde, “bedelli askerlik” imkânı getirilmesi neden düşünülmüyor? Niçin bütün çağdaş demokrasiler gibi giderek profesyonelleşen bir orduya geçiş yönünde adımları hızlandırmak yerine tektip zorunlu askerliğe dönüş gündeme geliyor? Asıl sorulması gereken sorular bunlar değil midir?

Zaman, 6 Haziran 2009

Şahin Alpay

07.06.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Yemek Tarifleri - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Satılık Tekne- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis