11 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

İlim, ancak kendini zorlamakla öğrenilir. Hilm de ancak gayretle elde edilir. Kim hayrı araştırırsa ona verilir. Kim de şerden sakınırsa ondan korunur.

Câmiü's-Sağîr, No: 1417

11.06.2009


Laiklik nedir, ne değildir?

Eğer laik cumhuriyet soruyorsanız; ben biliyorum ki; laik, mânâsı bîtaraf kalmak; yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim.

Tarihçe-i Hayat, s. 358, (yeni tanzim, s. 626)

***

Nasıl ki, hükûmet-i cumhuriye “dini dünyadan tefrik edip bîtarafane kalmak” prensibini kabul etmiş; dinsizlere, dinsizlikleri için ilişmediği gibi, dindarlara da, dindarlıkları için ilişmemesi o prensibin icâbâtındandır.

Tarihçe-i Hayat, s. 212, (yeni tanzim, s. 376)

***

Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbâne kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz?

Mektûbat, s. 416, (yeni tanzim, s. 729)

***

Eğer, faraza, laik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: “Senin risâlelerin, kuvvetli bir dînî cereyan veriyor, ladînî cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor. “

Elcevap: Hükûmetin laik cumhuriyeti dîni dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dîni reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi, Türk milleti misilli bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktâr-ı cihanda ve nerede Türk varsa Müslümandır.

Tarihçe-i Hayat, s. 204, (yeni tanzim, s. 360)

***

Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hakimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem, laik cumhuriyet, prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir.

Tarihçe-i Hayat, s. 194, (yeni tanzim, s. 341)

***

Evet, evvelâ başta “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır.” (Bakara Sûresi, 2:256.) cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der:

Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikrâha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur, Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i i’caz gösterir.

Şuâlar, s. 243, (yeni tanzim, s. 424)

LUGATÇE:

bîtaraf: Tarafsız.

hürriyet-i vicdan: Vicdan hürriyeti.

sefahetçi: Haram eğlencelere düşkün olan.

tefrik etmek: Ayırmak.

nev-i beşer: İnsan nevi, insanoğlu.

asr-ı hürriyet: Hürriyet asrı.

istihfaf: Hafife alma.

istihkar: Hakir görme, küçümseme.

lâdinî: Din dışı.

aktâr-ı cihan: Cihanın her tarafı.

Bediuzzaman Said Nursi

11.06.2009


“RİSÂLE-İ NUR MÜELLİFİNİN NESEBEN KÜÇÜK KARDEŞİ VE ON BEŞ SENE ONDAN DERS ALAN”:ABDÜLMECİD ÜNLÜKUL

—Vefatının 42. yılında rahmetle anıyoruz—

ofi Mirza Efendi’nin yaş sırasına göre altıncı çocuğu olan Abdülmecid Ünlükul, 1884 yılında, Nurs Köyünde dünyaya geldi. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin küçük kardeşi ve aynı zamanda Mesnevî-i Nûriye’nin başında yazdığı i’tizârın (özrün) sonunda dediği gibi ondan on beş sene ders alan bir talebesidir . Bu nesebî bağ aynı zamanda “talebelik” sıfatıyla da taçlanmıştır.

Asrımızın büyük mütefekkiri, allâme-i cihanı, gönüller sultanı Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin kardeşi olmak ve rahle-i tedrisinde 15 yıl ders almak, Abdülmecid Efendi’nin hayat seyrinde ve hizmet anlayışında bambaşka ufuklar, yepyeni pencereler açmıştır.1

Hem kardeş, hem talebe, hem de onunla beraber Birinci Dünya Savaşı’nda Bitlis ve havalisinde omuz omuza çarpışan bir gazidir.

Bu savaşta, Bediüzzaman Hazretleri yaralanır ve Ruslara esir düşer. Yeğeni Ubeyd şehit olur. Van ve çevresi Rusların eline geçerek harabe haline gelir. Abdülmecid için acılarla dolu bir hayat serüveni başlamıştır artık.

Van, Şam, Diyarbakır, Ergani, Malatya, Ürgüp, Konya.

Hamiyetperverlik duygusu hayatında mısra mısra, kıt’a kıt’a görülmektedir. Şarkî Anadolu’nun bu necîp evlâdı, bir ömür boyu cennet yurdumuzun her köşesinde, başta öğretmenlik ve müftülük olmak üzere çeşitli vazifeler ifa etmiş, sönmeyen meşaleler yakmış ve yıkılmayan filizler dikmiştir.2

Rusların saldırılarından kurtulan bazı akrabalarıyla Van’dan ayrılarak Şam’a giden Abdülmecid Efendi, 1917’de Diyarbakır’a gelir ve burada Askerî Rüştiye’de Arapça öğretmenliği yapar. Ancak, bir süre sonra bu okulun kapanmasıyla birlikte tekrar Van’a döner. Van’da da öğretmenliğe devam ederken Şeyh Said hadisesi ve ardından Bediüzzaman’ın sürgün edilmesiyle birlikte kendisi de öğretmenlikten alınır. Buradan Ergani’ye geçer. Ergani ve daha sonraki Malatya hayatında esnaflık yapar. 1940 yılında Ürgüp’e müftü olarak atanır. Burada bir üniversite öğrencisi olan oğlu Fuat’ın vefat haberini alarak evlât acısını tadar. Bu acısını “Fuadiye” isimli eserinde dile getirir. Çok sevdiği yeğeni Abdurrahman da vefat etmiştir. Yıllarca ağabeyi ile de görüşemez. Bu arada müftülük görevinden de alınır. Ürgüp’te 15 yıl kaldıktan sonra 1955 yılında Konya’ya gelir. Buraya geldikten sonra hasretini gidermek üzere Isparta’ya ağabeyini ziyarete gider. Konya’da İmam Hatip Okulunda tekrar öğretmenliğe başlar.

Öğretmenlik görevini sürdürmeye devam ederken sebepsiz yere tekrar görevden alınır. Konya’da yaşadığı acı olaylardan bir tanesi de, Bediüzzaman’ın Konya’ya gelmesine rağmen kendisiyle görüşmesine izin verilmemesidir. Bediüzzaman, vefatından önce bir kez daha Konya’ya geldiyse de bu sefer de uzun süre görüşmeleri mümkün olmaz. Zaten bu görüşme veda görüşmesi olup, evin önünde gerçekleşir. Bediüzzaman, arabadan inmeden kapının önünde kardeşiyle vedalaşır ve Urfa’ya doğru yola çıkacağını söyler.3

Abdülmecid’i derinden yaralayan olayların başında, Bediüzzaman’ın mezarında bile rahat bırakılmaması gelir. Devrin zorbaları kendi ağzından yazılmış gibi ona zorla bir dilekçe imzalatırlar. “Benim böyle isteğim yok. Ne olur hiç olmazsa kabrinde rahat etsin” der. “İmzalamaya mecbursun. Bizi zor durumda bırakma” der zorbalar.4

“Akşam yine aynı akşamdı. Fakat ahvâl oldukça farklıydı. Bu sefer Nemrud’un nâdanları göz dikmişlerdi Makam-ı İbrahim’e. Hedefleri de Merkad-i Bediüzzaman’dı. Milletin yüreğini yakmak pahasına, onu Makam-ı İbrahim’den söküp alarak imanın nurunu söndürmeye çalışıyorlardı.”

“Aslında nûru nârla söndürme çabasının çaresiz çırpınışıydı bu. Alevi de, odunu da insanlardan meydana gelen bu mânevî ateşten kimse mu’cizevî bir netice beklemiyordu. Ne var ki, ateşin ışığa kuvvet verdiğini bilmeyen nâdânîler vasiyet halini alan bir kerâmetin tecellî etmek üzere olduğundan da habersizdiler.”

Arap Dili ve Edebiyatına olan vukufiyeti sebebiyle Bediüzzaman Hazretleri, Mesnevî-i Nûriye ve İşârâtü’l- İ’câz gibi Arapça olan iki eserinin Türkçe’ye tercümesini ısrarla ondan istemiştir.

Abdülmecid Efendi, Konya İmam Hatip Okulu ve Yüksek İslâm Enstitüsünde meslek derslerini okutuyordu. İmtihanların başladığı, meşguliyetinin çok olduğu bir mevsimde tercümelere başlamış ve kısa sürede bitirmiştir. Oysa daha önceleri pek çok müsait zamanı olmuştu. Talebelerinden birisi, dikkatini çeken bu durumu hocasından öğrenmek istemişti:

“Hocam, birçok boş zamanlar gelip geçti. Tatil ve yaz mevsimlerinde bu tercümeleri yapabilirdiniz. O zaman biz de size yardım edebilirdik. Niçin o zamanlar bu tercümeleri yapmadınız da, şimdi bu sıkışık zamanda yapıyorsunuz?”

Talebesinin bu suâline Abdülmecid Ünlükul şu cevabı vermişti:

“Hazretim, hiç sorma!.. Dün akşam rüyamda Seyda’yı gördüm. Mevlânâ Türbesinin civarında karşılaştık. Benden tercümeleri sordu. Mahçup oldum, bir cevap veremedim. Aniden Seyda öyle bir tokat vurdu ki, kendimi karşıdaki duvarda buldum. Nefesim kesilip, soluğum tutulmuştu. Vücudum yara bere içinde kalmıştı.” (Bu rüyayı anlatan Abdülmecid Ünlükul, o talebesine vücudundaki yara bere izlerini göstermiş.) 5

Ve tamamlanan Mesnevî-i Nûriye’nin tercümesinin baştarafına şu i’tizârı (özrü) yazar:

“Risâle-i Nur Külliyatından El-Mesnevîü’l-Arabî ile muannen, büyük Üstadın cihanbaha kıymettar şu eserini de, Alah’ın avn (yardım) ve inayetiyle, Arabî’den Türkçeye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnız, aslındaki ulviyet, kuvvet ve cezaleti, tercümede muhafaza edemedim.

“Evet, cevherbahâ hakikatlere zarf olacak ne bir harf ve ne bir lâfız bulamadım. Tercüme lisânı da fikrim gibi nâkıs ve kasır olduğundan, o azîm îmanî ve cesîm Kur’ânî hakikatlere ancak böyle dar ve kısa bir kisveyi tedarik edebildim. Ne hakkın ve ne hakikatin hatırı kalmış; fabrika-i dimağiyemin bozukluğundan, bu kadarını da, müellif-i muhterem Bediüzzaman’ın manevî yardımları ile dokuyabildim.

“Evet, bir tavuk kendi uçuşuyla, şahinin veya kartalın uçuşlarını taklit ve tercüme edemez. Bu, hakikaten aslına uygun ve lâyık bir tercüme değildir—pek kısa bir meâl, bazen de tayyedilmiş, tercüme edememiş. Çok yerlerde, yalnız meâlini aldım; bazı yerlerde de tayyettim. Ancak, aslındaki hakaiki, evlâd-ı vatana gösteren küçük bir âyinedir…”

Bediüzzaman Hazretleri onunla son görüşmesinde kendisinden yedi yıl sonra vefat edeceğini söyler. Ve Abdülmecid Ünlükul, 11 Haziran 1967’de Cuma günü vefat eder.

Dipnotlar:

1- Halil Uslu, Bediüzzaman’ın Kardeşi Abdülmecid Nursî, Yeni Asya Neşriyat, s. 26.

2- A.g.e., s. 26.

3- www.risaleinurenstitusu.org

4- Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, Nesil Y.,S. 473.

5- A.g.e. önsöz.

HASAN BULUT

11.06.2009


Örtünmenin böylesi!

ımsıkı bağlanan başlar, “bone” ile saklanan saçlar… Örtünmenin böylesine ne denir.

Âlemlerin Rabbi, yarattığı mahlûkatın hâlini, etvârını; insanın ne yaptığını, neler yapabileceğini herkesten daha iyi bildiği için tesettürü emretmiş Kur’ân’da. Kadın erkek; muhatabı her insan.

Erkeklerin beli ile diz kapağı arası “avret” yeridir, yani örtmekle sorumlu olduğu; hemcinsine ve karşı cinse gösterilmesi haram olan yerleridir buralar. Bunun, ne zamanı, ne mekânı; ne yazı, ne de kışı yoktur; haramdır. Kılıf bulmak gerekmez.

Burada, Müslüman, gayr-ı müslim ayırımı yapılmıyor. “Herkesin dini herkese”1; ama, Allah’ın emri de her insana. Emre uyan kazanır. Ya’la bin Ümeyye’nin naklettiği bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm): “Allah çok hayâlı ve çok acıyıp örtücüdür. Hayâyı ve örtünmeyi sever”2 buyurmaktadır.

Tesettürü iyi anlamak, emredildiği şeklini uygulamak konumuzun esası.

Erkeklerde belden diz kapağına kadar olan bölge setredilip, örtülürken; kadınlarda ellerin, ayakların ve yüzün dışındaki her yerin örtülmesi, setredilmesi gerekiyor. Bunu, teni göstermeyen her türlü kumaşlarla yap, en iyi kıyafetle yap; ama, en uygun şekliyle yap. Yani emredildiği gibi yap. Yani kadının kadınsı hatları, mahrem çizgileri karşıdaki insanın dikkatini çekmemeli, onu, onlar fark etmemeli. Karşıdaki insan: Kadın erkek farkı yok; gözü olan her insan!

Tesettürde ölçü, bu.

Bu husustaki hassasiyetlerinden dolayı saygı değer ve tebrike şayan nice ana, nice bacı, nice cana canlar var. Zâten onlar bilirler, bilinecek şeyleri. Burası tamam.

Günümüzde, göze çarpan birçok garip hâller var:

Bir kısım genç kızımız, başlarını en fantezi başörtüsüyle sımsıkı bağlıyor; saçının bir tek teli dahi görünmesin diye alnına da “bone” takıyor. Başı örtmek, tamamdır. Bir defa, işin buraya kadarki itikâdî kısmı her türlü övgüye, her türlü tebrike şayan. Gelgelelim başın dışında kalan vücut bölümlerine aynı hassasiyet gösterilmiyor; hatta, salıveriliyor. Sâir kısımlar ya açık, ya da açıktan farkı yok. Bir de “makyaj” girdi mi işin içine, “kantarın topu” kaçıyor! Bir başka tabirle: “Başı kavurga kavuruyor, diğer kısımlar harman savuruyor”

Tesettür, sadece başı örtmek değil; baş da dahil, “baştan ayağa” örtünmektir. Allah’ın, görülmesini, gösterilmesini haram kıldığı her yeri örtmektir; izleri, çizgileri kamufle etmektir tesettür. Çünkü: “Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor.”3

Helâl var, haram var. İnsanlarda nefis var; bir de hain bakışlar var. Dünyadan sonra da âhiret var.

Her zaman ve her çağda olduğu gibi, günümüzde de kadın huzura ve saadete hasrettir. Maddeci anlayışın entrika ve çeşitli ayak oyunları, kadını lâyık olduğu değerin dışına itmektedir âdeta. Fıtrata uymayan hayat tarzı kadının saadetine hiçbir katkı sağlamadığı gibi, onu, arzu edilen yerden ve olması gereken eksenden uzaklaştırmaktadır.

Bir tarafta tesettüre saldıranlar; bir tarafta da, günün modasına sarılanlar! İslâm’ın doğruları, doğru bilinmeli. Aksi hâlde fırsat düşer fitneye.

Genç kızlarımız ve genç erkeklerimiz, imanın sarsılmaz değerleriyle hayatlarına yön vermeli ve “câzibedar fitne”ye meta olma derekesinden kendilerini kurtarmalılar.

Kadın, bizâtihî bir zîynet, gönüllerde bir kıymettir. Değerleri, dünyaya değer onların. Tesettür içindeki bir kadın, midyenin içindeki “inci” gibidir. Tesettür onları hain bakışlardan, fitneden, zandan, bühtandan muhafaza eder; sayılır, saygınlaşır toplumda.

Bediüzzaman, tesettürün kadına neler kazandırdığını ifade ettiği sözlerinin birinde: “Tesettür ile, nâmahremin iştihasını açmamak ve tecavüze meydan vermemek, (kadının) zayıf hilkati emreder ve kuvvetli ihtar eder”4 diyerek işin ehemmiyetini ortaya koymaktadır.

Demekki tesettür, bir paratoner; bir tahassüngâh; namahremden sakınmada, günahlardan korunmada emniyetli bir kale.

Tesettür, kadına takdir edilen bir makam; ona ait hürriyet.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerimde: “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar” 5 buyurmaktadır.

Tesettür, ne gelenek ne de görenektir; bu, bir emirdir. Öyle olunca, tesettürü doğru anlamak, doğru uygulamak hem sevap kazandırır, hem de doğru örnek olmayı netice verir, senden başkalarına…

Hani, Müslüman bir “ben” gibi belirgin olmalı ya!

İşte iz, işte yol; gel, sen de öyle ol.

Dipnotlar:

1- Nasr Sûresi, 6.

2- Ebû Davud, hamam: 1; Vitr: 23.

3- Said Nursî, Hanımlar Rehberi, 38.

4- a.g.e., 40.

5- Ahzab Sûresi, 59.

ALİ RIZA AYDIN

11.06.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.