13 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Türkiye, inandırıcılık sorunu yaşıyor!

Milliyet’teki haberin başlığı çarpıcıydı: “Cinayete 20, kitabına 28 yıl hapis istendi!”

Haberin spotu şöyleydi:

“Hrant Dink cinayetinin sanığı Ogün Samast 20 yıl hapis istemiyle yargılanırken, ‘Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları’ adlı kitabı yazarak altı ayrı suç işlediği iddia edilen arkadaşımız Nedim Şener hakkında 28 yıl hapis istemiyle ceza davası açıldı.”

Evet, Nedim Şener yargılanıyor.

Gelsin bakalım şimdi bu davanın haberleri Brüksel’e, Berlin’e ve siz de çıkıp deyin ki, “Türkiye’de basın özgürlüğü vardır, ifade özgürlüğü gelişmektedir.”

Diyebilir misiniz?

Deseniz, inandırıcı olabilir misiniz?

Sanmıyorum.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, yüzde 12.1’lik oyla fevkalade iyi bir sonuç almış olan Alman Yeşiller Partisi’nin lideri Cem Özdemir’le geçen gün sohbet ediyorduk.

Şöyle dedi:

“Türkiye’nin 2003-2004’deki, hatta 2005 yılındaki pozitif resmi bugün tümüyle olmasa bile kaybolmuş durumda. O dönemde Türkiye inandırıcıydı. Yüzde 90 öyleydi. Şimdi bu hava yok. Türkiye bir şey söylediği vakit, ‘Yapın da görelim, çıkarın da görelim!’ deniyor. Çünkü çok şey söylendi ama yapılmadı.”

İnandırıcılık...

Bu sorun özellikle 1990’larda Türkiye’nin en önemli dertlerinden biriydi. Çünkü Ankara’daki zayıf, güçsüz koalisyon hükümetleri yıllar yılı tutulmayan sözler vermişti Avrupa platformlarında... Bu hava 2000’lerin başından itibaren değişmişti. Ama son yıllarda yine maalesef eskiye benzemeye başladık.

Cem Özdemir şöyle dedi:

“Soru işaretleri su yüzüne çıkıyor. Çünkü zig zaglar çiziliyor. Aynı zamanda ‘AKP hükümeti Türkiye’yi nereye taşımak istiyor?’ sorusu da bazen kendini belli ediyor buralarda... Bir şeyler yapılması lazım. Mesela Kıbrıs’ta bir adım atılsa, AB ile üyelik müzakerelerinde 8 fasıl birden açılır, bu da müthiş bir şey olur.”

Yani bir şeyler yapmak...

Brüksel ve Berlin’i kapsayan Türkiye-AB turunda kulağıma en çok bu çalındı:

Türkiye bir şeyler yapmalı!

Yapacakları sır mı?

Hayır değil. Yol haritası belli. Henüz belli olmayan siyasal irade! Ankara kendi göbeğini kendi kesecek.

Başka çaresi yok.

Brüksel’de üst düzeydeki güvenilir bir Türk diplomatik kaynağı geçen gün şöyle diyordu:

“Avrupa Birliği bir ‘medeniyet projesi’dir. İlle de AB üyeliğiyle irtibatlı kılınması doğru değil. Türkiye bu yolda kararlılıkla yürürse, sonunda AB’ye katılmasa da, bugünkünden çok daha iyi bir konuma gelir. Kaldı ki böyle bir yolun izlenmesiyle, AB de Türkiye’siz yapamayacağı bir noktaya gelebilir.”

‘Bu nokta’ya da şöyle değindi:

“Bu nokta, ‘süper güç dengesi’dir. Avrupa Birliği’nin süper güç olabilmesi için Türkiye’ye kesin ihtiyacı var. Bu bakımdan Türkiye’nin askeri gücü, gitgide büyüyen ekonomisi, genç ve dinamik nüfusu, işgücü, Batı’nın enerji yolları güvenliğindeki konumu, bütün bunlar Türkiye’yi AB açısından vazgeçilmez bir noktaya itiyor.”

İyi güzel.

Peki ya Ankara ne yapacak?

Başbakan Erdoğan kararlı mı?

Bir başka deyişle:

Hükümet önümüzdeki dönemde ‘siyasal reform süreci’ne odaklanacak mı?

Yoksa genel seçimleri öne sürüp, muhalefeti bahane gösterip ipe un mu serecek?

Milliyet, 12 Haziran 2009

Hasan Cemal

13.06.2009


Dipsiz kuyu…

AB meselesiyle demokrasi tartışmaları birbiriden ayrılmıyor, uzun süre de ayrılacağa benzemiyor.

AB’nin Türkiye’den beklentileri, müzakerelerin ilerleyebilmesi için yapılması gerekenler belli.

1980 askeri darbesinden kalan, 17 ciltlik eski Prusya Anayasası’nı andıran mevcut, yamalı anayasanın yerine, çağdaş, demokrat, özgürlükçü ve sivil bir anayasa yapmak…

İfade, düşünce özgürlüğünün önündeki engelleri iyice temizlemek, inanç özgürlüğüyle ilgili somut, açık adımlar atmak…

Venedik Komisyonu’nun ilkelerine göre parti kapatma meselesini elden geçirmek, 12 Eylül rejiminin en vahim örneklerinden birisi olan partiler yasasını birçok açıdan demokratik hale getirmek… Daha modern, daha çağdaş, daha özgür ve daha huzurlu bir Türkiye isteyen kim buna “hayır” diyebilir, hangi gerekçeyle “hayır” diyebilir.

Ama ne var ki, yıllardır, bu konularda yoğun çatışmalar yaşarız.

Direnç mekanizmalarının, direnen grupların eylemleriyle ortalığı toz bulutları kaplar, siyasi dengeler ciddi olarak etkilenir.

Bu konuda belirleyici olan aslında başka gerginliklerin bir türevi olan toplumsal farklılaşmalar değildir. Asıl olan o başka gerginliklerdir, yani “devlet içi” gerginliklerdir, “devlet kurumları arasındaki kutuplaşmalar”dır, “saray kavgaları”dır.

Asker-sivil dengesi herhalde bunların önde geleni… Asker sivil dengesini sadece askeri karargâh ile hükümet arasındaki gerginlikler olarak düşünmemek gerekir.

Bu çerçevede “bu ülkede her düzeyde ilde, ilçede kararları kim alır, nasıl alır, kim kimden emir alır, nasıl alır” gibi basit görünen sorular meselenin özünü oluşturan sorulardır.

Büyük kentlerde günlerdir büyük afişler dikkat çekiyor: “Jandarma 170. Yılı…”

Nereden çıktı, ne ilgisi var diyeceksiniz?

Var…

Her şeyden önce akla bildik sorunları ve soruları getiriyor.

Türkiye’de asker-sivil ilişkilerinin, demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerden birisinin uygulamada, örneğin jandarma konusunda karşımıza çıktığını bilen kaç vatandaşımız var?

Bilenler içinde buna önem veren kaç kişi var?

Özetleyelim:

Türkiye’de iç güvenlik hizmetleri ülkenin yüzde 92’sinde jandarma tarafından görülüyor.

Jandarma bu görevi bakımından yasaya göre İçişleri Bakanlığı’na bağlı olsa da, il ve ilçelerdeki jandarma görevlilerinin sicil amirleri hala mülki amirler değil.

Parlamenter ve sivil denetime tümüyle kapalı bir yapı jandarma.

İstihbarat yapıyor, JİTEM vari örgütler kuruyor.

İmkânlarını Şener Eruygur döneminde olduğu gibi darbe yapmak için kullanıyor.

İç güvenlik operasyon bölgelerinde Güney Doğu’da yıllardır Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı olarak görev yapıyor…

Emniyet faaliyetlerinin, asayiş alanının askerileşmesini temsil ediyor.

Tam 17 yıldır jandarmanın disiplin ve sicil yönünden mülki amirlere bağlanmasını sağlayacak yönetmelik kanun emrine rağmen neden çıkmıyor, çıkarılamıyor?

Gerçek bu sorunun yanıtının altında gizlidir…

Devlet içi kutuplaşma, saray kavgası işte statükonun, bu yetkilerin, bu alanın korunması için yapılıyor.

Demokratik adımlara bu yüzden direnç gösteriyor.

Berlin’den Ankara’ya geldim. Güvenlik sektöründe demokratik denetim adlı bir konferansa katılmak için…

Bu satırlar ve bağlantı belki böyle çıktı…

Küçük bir adım bile, jandarmayı mülki amire bağlayacak bir adım bile bu ülkeye yol aldırır…

Siyasi irade varsa eğer…

Yeni Şafak, 12 Haziran 2009

Ali Bayramoğlu

13.06.2009


Minarenin boyu

Nilüfer Göle’nin son kitabını (İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa) henüz okumadım.

Ama kitap üzerine yaptığı bir iki söyleşiyi okurken/dinlerken dikkatimi çeken bazı noktalar geçen yazımda (Avrupa kamuoyu bizi neden istemiyor) ele aldığım konuyla yakından ilgiliydi.

“Şu anda Avrupa, bizim 90’lı yılların başından beri yaşadığımız bu çatışmanın en sancılı noktalarından birini yaşıyor. Ama bu sancılı süreç yaşanmadan, farklı kimlikler inkâr edilemez biçimde karşı karşıya gelmeden de anlama ve kabul sürecine geçilmesi imkânsız görülüyor” diye yazmıştım o yazıda.

Göle’yi dinlerken yaşadığımız dönemin Avrupa için neden “en sancılı” dönem olduğu meselesi biraz daha netleşti kafamda.

Bakın ne diyor Göle:

“Göçmenler Batı’da farklılıklarını göstermekten de keyif alır duruma geldiler. Avrupalı Müslümanlar artık Müslümanlıklarını daha çok görünür kılmaya çalışıyor.”

Gerçekten de basına kadar yansıyan “çatışma noktaları”na baktığımızda Avrupalı Müslümanlar’ın son yıllarda içinde yaşadıkları toplum içinde erime, kendilerini belli etmeden, farklılıklarını törpülemeye çalışarak yaşamak yerine kendi kimliklerini daha görünür kılma çabasında olduklarını, bir başka deyişle “kimlik siyaseti” güttüklerini görüyoruz.

Dikkat edin, geçmişte kızının mayo giymesini istemeyen dindar aile, bu çelişkiyi çocuğa rapor alıp jimnastik dersine sokmayarak halletmeye çalışırdı. Şimdi, kızının dinine uygun kılıkla havuza girme hakkı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyor.

Eskiden dinini, gelenek ve göreneklerini kendi kendine, pek de göstermeden yaşarken şimdi orucuna, namazına, bayramına saygı istiyor. İşyerinde ibadet yeri, helal etli yemek garantisi, ramazanda iftar molası talep ediyor.

Ve Göle’nin deyişiyle, bütün bu karşı karşıya gelişlerde birbirlerinin tolerans eşiğini deniyorlar. Zaman zaman çatışıyor; hatta şiddete varan çatışmalar yaşıyor, zaman zaman da pazarlık ediyorlar. Mesela, şehrinde art arda inşa edilen camilerden rahatsız olan Avrupalı, Müslüman göçmenle pazarlığa giriyor: “Cami yapıyorsun, bari minaresiz yap.” Ama Müslüman göçmen uzlaşmıyor. Diktiği minareleri, o toplumdaki varlığının meşruiyetinin simgesi olarak görüyor ve tam tersine minareleri daha da yükseltmeye çalışıyor. “Beni görmezden gelemezsin, beni yok sayamazsın; ben de dinim de burada, senin yanıbaşındayız” demeye getiriyor.

Bu, Avrupalı’nın 60’lı yıllardan bu yana sürdürdüğü göçmen politikasına; yani “burada yaşayacaksan bana benzemeye çalış” politikasına karşı bir başkaldırı elbette ve sanırım kaçınılmaz bir başkaldırı... Farklı kültürlerin bir arada yaşayabilmesi, bir tarafın kendini inkâr etmesi ya da gizlemesi temelinde yürüyebilecek bir şey olabilir mi? Böyle olursa sağlıklı bir toplumsal yapı doğabilir mi?

Öte yandan, “ev sahibi” Avrupalı’nın da bu başkaldırıdan huzursuzluk duymaması düşünülebilir mi?

İşte Avrupalı’yı panikleten ve “Müslüman Türkiye”nin AB dışında kalması talebini her geçen gün daha yüksek sesle ifade etmesine yol açan bu tablodur.

Aslında bu bizim 90’lı yıllarda yaşadığımız sürece çok benzer bir süreç. Bizde de “laikçi” elitlerin korkuları, “Eyvah, kuşatılıyoruz; yaşam tarzımız elden gidiyor” paranoyaları, kamu alanındaki görünürlükle birlikte başladı. Dindarlar daha çok kendi köşelerinde yaşarken, kamu alanına pek çıkmazken; çıktıkları zaman da “oldukları gibi” değil, modernitenin kabul sınırlarını gözeterek ve kendilerini bu sınırlara uydurmaya çalışarak çıkarken, 90’lı yıllardan itibaren farklı davranmaya başladılar. “Ben buyum, beni olduğum gibi kabul etmek ve kamu alanında bana da yer açmak zorundasın” dediler. Zaten kıyamet de o zaman koptu.

Biz şu anda 90’lı yıllarda yaşadığımız şoku atlatma bakımından Avrupa’dan epey ileride bir noktadayız ve bu anlamda Avrupa’nın bizim deneyimimizden öğreneceği çok şey var.

Ama hemen söylemek gerekir ki, bugünkü sancılı sürecin yaşanmadan atlatılması imkânsız. Avrupa bu süreci yaşamak zorunda; Müslümanlar belki bir süre daha kimlik siyasetini ön plana çıkarmak zorunda. Ama unutmayalım ki iki farklı kültür arasındaki bu karşılaşma ve çatışma hali iletişimsizlikten, çelişkilerin üstünü örterek geçiştirmekten, birbirini görmezden gelerek yaşamaktan daha iyidir. Çünkü yaşanan çatışma da olsa bir iletişimdir ve iletişim varsa birbirini etkileme, uzlaşma, anlaşma ihtimali de vardır.

Türkiye de, Avrupa da gelecekte mutlaka kimlik siyasetlerinin daha geri plana çekildiği, onun yerini karşılıklı etkileşimin, ortaklaşa yaşam mekanları ve ortak bir dil oluşturma çabalarının aldığı günlere varacaktır.

Sözümüzü yine Göle’nin bir cümlesiyle bitirelim:

“Birliktelik hukuk oluşturur, birliktelik sorumluluk oluşturur, birliktelik yeni sorunlar oluşturur ama hiçbiri öldürücü, çözümsüz değildir. Bu durum hem bizi hem de kabiliyetlerimizi geliştirir, en iyisi de sorun çözme kabiliyetimizi geliştirir.”

Bugün, 12 Haziran 2009

Gülay Göktürk

13.06.2009


Bu hanıma haddini kim bildirecek?

Hangi hanıma mı? Belçika’da milletvekili seçilen Mahinur Özdemir’e. Başörtüsü bizde siyasal simge denen türden... Meclis’e, üniversiteye ve bilumum kamusal alanlara girişi yasak olan türbana benziyor. Klasik başörtüsü değil yani.

Mahinur o haliyle aday oldu, listenin biraz gerilerindeydi tercih oylarıyla ön sıralara yükselerek sandıktan milletvekili çıktı. Başörtülü seçilmesi Türk medyasının ilgisini çekti. Onunla birlikte başta Türk kökenliler de milletvekili seçildi, ancak en çok haber olan o. Başındaki örtü yüzünden.

Bu yaklaşımlardan hoşnut olmadığını ‘Belçika medyası gençliğimle, Türk medyası başımdaki örtüyle ilgilendi’ diyerek gösterdi. Ankara’dan bakınca Türk medyasının başındaki örtüyle ilgilenmesinin nedenlerini anlamak zor değil. Başörtüsü ve milletvekili, üstelik Avrupa’nın göbeğinde, laikliğin kalesinde... Ankara kriterlerine göre inanılır gibi değil.

Ya Türkiye’de olsaydı? Düşünmek bile insanı korkutuyor. Hiç şüpheniz olmasın kendisi de partisi de psikolojik harbin hedefi olmuş, Türkiye savaş alanına dönmüştü. Derhal Meclis’e oradan Genel Kurul’a girişini engelleyecek barikatlar kurulurdu. Medyada kıyamet kopar, kendisini laik olarak tanımlayan çevreler yeri - göğü inletirdi.

Yargıtay Başsavcısı, o milletvekilinin partisini kapatmak için harekete geçer, elinde dosyayla Anayasa Mahkemesi’nin yolunu tutardı. İlk günden sistem üzerinde etkili dinamikler milletvekilliğini düşürmek için eylem planlarını devreye sokardı. Rejime, laikliğine sahip çıkmak için büyük şehirlerin meydanları organize gruplarca doldurulur, büyük mitingler tertiplenirdi.

Bir senaryo değil bunlar. Gerçeğin kendisi... Aynısı daha önce yaşandı çünkü. 1999’da FP’den milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın başına gelenleri hatırlayın... Meclis’te yemin etmesi engellendi. Savcı gece kapısına dayandı. Devlet, bütün organlarıyla savaş açtı. Siyasete girdiğine de milletvekili seçildiğine de bin pişman oldu. O kadar ağır saldırıların muhatabı oldu ki Türkiye’de bile duramadı.

Belçika’da Mahinur Özdemir’in başındaki örtüsü milletvekilliğine engel değil. Meclis’te hiçbir engellemeyle karşılaşmadan kürsüye çıkacak ve parlamenterliğin gereklerini yerine getirebilecek. Genel Kurul salonuna girdiğinde ‘Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Bu hanıma haddini bildirin’ diyen çıkmayacak.

Nasıl olur, Belçika laik değil mi diyebilirsiniz. Laik olmasına laik de laiklik oralarda bir kadının başını örtmesine engel değil. Belçika’da laikliğin gücü adına hiç kimse Mahinur Özdemir’e haddini bildirmeye kalkmayacak. Sokağa çıktığında etrafını çevirenler tarafından ‘Belçika laikliktir, laik kalacak’ diye slogan atılmayacak.

Yeri gelmişken kısaca hatırlatmak isterim. Geçtiğimiz günlerde Bilgi Üniversitesi ‘Seçkinler ve Sosyal Mesafe’ konulu bir araştırma yaptı. Sonuçları dehşet verici... Seçkinlerin başörtülüye bakışı düşmanca.

Görüşülen kişilerin neredeyse tamamı eşi kapalı olan birinin cumhurbaşkanlığına tepkili. Hem de ne tepki. Birisi ‘Cumhuriyet balosunda görmek istemem adamı, orada beyaz Türklüğüm çıkar, elim ayağım oynar’ derken bir başkası ‘Ben sıkmabaşlarla iş yapmıyorum, görüşmüyorum, insan olabilir, bilmem ne olabilir fark etmez’ demiş.

Seçkinlerin bu görüşü kişisel değil ne yazık ki, siyasette, bürokraside, devlet yönetiminde tavra dönüşüyor. Belçika’da Türk kökenli, başı kapalı Mahinur Özdemir’in milletvekili seçilmesi, Ankara’da herkese Merve Kavakçı’yı hatırlattı... Tabii aynı zamanda Ankara kriterleri ile Brüksel kriterleri arasındaki derin farkı.

Zaman, 12 Haziran 2009

Mustafa Ünal

13.06.2009


Said Nursî bu konuda ne der?

Bana göre, (Kürt sorunu konusunda) İslami hassasiyet sahibi aydınlar açısından, doğruları söyleme adına, ciddi bir çalışma gerekiyor.

DTP-PKK çizgisinin Kürt halkı ile hangi boyutlarıyla buluştuğunu, nerelerde farklılık oluştuğunu, yürütülmekte olan stratejinin, küresel ilişkiler içindeki yerinin ne olduğunu, uzun vadede nasıl bir temsil ve yapılanma öngörüldüğünü, İslam coğrafyası bağlamında nasıl bir konumlanmanın tasarlandığını... Böyle bir yığın temel konu... Bir Şerafettin Elçi, bir Altan Tan, bir Haşim Haşimi, bir Abdülmelik Fırat... Ne bileyim ben, meselâ “Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri olsaydı ne derdi?” başlıklı bir çözüm çerçevesi üzerinde bile durulabilir.

Özetle, DTP bir hamle yapıyor. Bakalım, İslami damar nasıl hareket edecek.

Bugün, 12 Haziran 2009

Ahmet Taşgetiren

13.06.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.