Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Yemin olsun ki, siz ölseniz de, öldürülseniz de, muhakkak Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.
Âl-i İmran Sûresi: 158 |
14.06.2009 |
Tevekkül et, sıkıntıdan kurtul
İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikâtından kurtulabilir. “Tevekkeltü alâllah” (Allah’a tevekkül ettim. / Hûd Sûresi: 56.) der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyrân eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emânet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder, sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker. Demek, imân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktizâ eder. Fakat, yanlış anlama! Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nev'î duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri O'ndan bilmek ve O'na minnettar olmaktan ibârettir. Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup, nezâret eder; diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhâfaza edeceğim.” Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyâde iyi muhâfaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem, gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divânedir diye seni tard edecek, ya ‘Hâindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihzâ ediyor, hapis edilsin’ diye emredecektir. Hem, herkese maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyâyı ve zilleti gösteren tasannuun ile, kendini halka mudhike yaptın; herkes sana gülüyor” denildikten sonra, o bîçarenin aklı başına geldi, yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh! Allah senden râzı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum” dedi. İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şekâvet-i uhreviyeden ve tazyikât-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.
Sözler, 23. Söz., 4. Nokta
LÜGATÇE:
tazyikât: Baskılar, zorlamalar. sefine-i hayat: Hayat gemisi. kemâl-i emniyet: Tam bir güven içerisinde. dağlarvâri: Dağlar gibi. Kadîr-i Mutlak: Kudreti mutlak olan ve her şeye gücü yeten Allah. yed-i kudret: Kudret eli. berzah: Kabir. esfel-i sâfilîn: Aşağıların en aşağısı. saadet-i dâreyn: Dünya ve ahiret saadeti. iktizâ: Gerektirme. esbâb: Sebepler. dest-i kudret: Kudret eli. duâ-i fiilî: Fiilî duâ, duâda istenilen şey için üzerine düşeni yapma. müsebbebât: Neticeler, sonuçlar. istihzâ: Alay geçme. şekâvet-i uhrevîye: Ahiret sıkıntısı, azabı. tazyikat-ı dünyevîye: Dünyevî baskılar, sıkıcı ve boğucu haller. |
14.06.2009 |
Tahribat ve fenalıktan zevk alanlar
Hayatın merkezine kendini, zevklerini oturtup, kendi menfaatleri ve lezzetleri için her şeyi feda eden narsist kişiliklerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Sorgulanmamış, hedefleri konmamış hayatların merkezine bedensel hazları, vazgeçilmeyen tutkuları koyunca o insan artık, bu isteklerine tapacak hâle gelir. Buna engel olacak her şeye de düşman kesilir. Bunlar en yakınları (annesi, babası, vs.) olsa bile gözünü kırpmadan öldürecek hâle gelebilir. İnsanın olmasını istediği, arzu ettiği hayat ile gerçek hayat, takdir edilmiş hayat arasındaki farklılıklar insanları depresyonlara atan bir süreçtir. “Kâinat hadiselerinden insanın hevâ ve hevesine muhalif olan kısım, muvafık olan kısımdan daha çoktur.” (Mesnevî-i Nuriye) İnsan nefsinin arzularına hevâ denir. Hevâ ve hevesin kendi arzularını insana dayatması, tahakküm kurması hâlinde, insanın arzu ettiği hayat olmazsa olmazlar sırasına geçiyor. “Heves tahakküm eder, hevâ da müstebittir. Gayr-i zarûrî hâcâtı, hevâic-i zarûrî hükmüne geçirmiştir.” (Mesnevî-i Nuriye) Bu durumdaki insan, hayatın gerçekleri ile yani aklının, mantığının gerçekleri yerine, hevâ ve hevesinin söyledikleri peşinde koşan bir ruh haline girer. Dolayısıyla yaptığı her davranış, akıl süzgecinden geçmeden, kalbin hükümlerini dinlemeden nefsin istek ve arzusuyla gerçekleşir. Bu yüzden yaptığı işlerin mantıklı bir açıklaması da yoktur. Her insanın istek ve arzuları vardır. Fakat bu istek ve arzularını kimisi mutlak hâle getirir, “Olmazsa olmaz” der. Kimileri, “Olsa da olur, olmasa da olur” der. Kimileri de, en sağlıklısı olan, “Olmasını isterim, ama verilene razıyım” der. İşte insanda bu sağlıklılık hali olan vasat düşünce hâkim olduğu sürece, insanın gaye-i hayalleri, arzuları ve hedefleri olacaktır. Kendince bir dünyası bulunacak, fakat bu arzuları vazgeçilmez derecede, ifrat bir halde değil, kader anlayışı ve tevekkül duygularıyla, takdir edilene rıza düşünceleriyle vasatta duracaktır. Bu dünyanın bir misafirhane olduğu, lezzet ve ücret alma yeri olmadığı düşüncesi insanı sağlıklı kılacaktır. Bu düşüncenin esası da, tabiî ki imandır. İman intisabı sağlam olan bir insanda, kadere rıza ve tevekkül düşünceleri hâkim olacak, bu düşünce onu ifrat ve tefritlerden uzaklaştıracaktır. Bediüzzaman, bütün hataların, günahların sebebi şu dört şeydir demiştir: İmansızlık, şükürsüzlük, fısk ve sefahetttir. (Kastamonu Lâhikası, s. 157) İmansızlık insanı başlı başına bir canavar hâline getirir. Böyle bir insanın nazarında her şey, kendi kendine delâlet eder ve mânâsı kendinde olup, kendi hesabına çalıştığını düşünür. Vazifesinin, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir. Kendini yüceltip, hatta potansiyel bir ilâh konumuna getirir. Bu ileri derecede ruhsal bir hastalıktır. Böyle bir insanın yapmayacağı zulüm yoktur. Hem kendilerini bu kadar yüceltip seven insanlar, kendilerinden bir o kadar da nefret edecek derecede ifrat hâli sergilerler. Hayatlarında tezatların hâkim olduğu bu insanlar, gün geçtikçe yalnızlaşan ve şeytanın daha kolay kandırabileceği bir konuma girmektedirler. Kimseye verilecek bir hesabının olmadığı düşüncesi, günahları rahatlıkla işler hale getirir. İnsanın gerçek bir insan olabilmesi, ancak Yaratıcıya yönelen bir seyr-i sülûk içinde olmasıyla mümkündür. Çünkü yaratılan her mahlûk, kemale bir gidişle programlanmış iken, insandaki bu kemâle gidiş, terakkî mahiyetinde gerçekleşir. Bu seyr-i sülûk ise aklı, kalbi beslemek ve nefsi terbiye etmekle mümkündür. Nefsin, emmâre düzeyde kalması terakkî etmemek anlamına gelir. Nefsi, emmâre (kötlüğü emreden) düzeyde olan birisi, kendini tanrılaştırma eğilimi içerisindedir. Bu da, her şeyi kendi nefsine fedâ edecek ve kendi nefsine göre konumlandıracak bir ruh hâli sergilemektir. Bu ise, nefsin bütün aşağılık eğilimleri altında ubudiyeti terk, rububiyeti iddiâ anlamına gelmektedir. İşte bu hal ve ruh, insanı her türlü günahı işler, her türlü rezaleti yapar duruma getirecektir. Çünkü rububiyet eğiliminde olan nefis, ‘keyfe mâ yeşa’ hareketlerle istediğimi yaparım, kimseye verilecek bir hesabım yok mantığı ile hareket eder. Günah işleme psikolojisinin altında yatan düşünce budur. Kimileri, gaflet halinde günah işler ki, bu ubudiyeti unutup, rububiyet iddiâsında bulunduğu anları içerir. Kimileri, dalâlet ve küfürlerinden işlerler, onlar da zaten ubudiyeti inkâr edip, rablık eğiliminde olan narsist kişiliklerdir. Oysa insan mutlak anlamda özgür olamaz. Çünkü mülk sahibi değildir. Emanetinde istediği gibi tasarruf edemez. İşte bu yüzdendir ki, kendi âlemini, kendi fiilleriyle teşkil etmesi için, cüz’î irade veren Allah, bu cüz’î iradenin yularını şeriatın ve delâil-i nakliyenin (âyet ve hadislerin) eline vermiştir. Böyle olmasa, insan fıtratına ekilmiş olan istidat tohumları gelişemez ve insanın ruhu, vicdanı ve aklı tekemmül edip, inkişaf edemezdi. İnsan fıtratında isyan istidadı ve tehevvür sınırsızdır. Çünkü insan, hayra olduğu gibi, şerre de kabiliyetlidir. Enaniyetle öyle bir hâle gelir ki, heves ve ihtirasına mani her şeyi, elinden gelse dünyayı harap edip insanlığı mahvetmek ister. Âyet-i kerimede de insanın bu yönüne dikkat çekilmektedir. “Gerçekten insan çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzap: 72.) İşte insanda enaniyetin bir tezahürü olan gurur, inat, bencillik eğer zulüm damarıyla birleşirse, insan öyle büyük günahlar icat eder ki, daha beşer ona isim bulamamıştır. İnsandaki bu zulüm damarı açılsa, sadece zarar gördüğü ve adavet ettiğine değil, onun akrabasına ve başka başka masumlara sirayet eden ruh hastalığına dönüşmektedir. İnsandaki günah ve hataların bir diğer sebebi de, şükürsüzlüktür. İnsan, her şeyi Allah’tan bilmeli ki, şükür fabrikası gibi şükran üretsin. Her şeyi Allah’tan bilen insanın kalbi, sürekli şükür mülâhazalarıyla atar. Aksine, kendinden bilirse, o zaman da fahr makinesi haline gelir ki, bu fabrikanın bozulmasını, yani insanın manen hastalanmasını netice verir. Çünkü insan şükür üretmek için tesis edilmiştir. Bu hikmete zıt hareket ederse, şükürsüzlük hastalığına yakalanır. Şükürsüzlüğün mizanı ise, hırstır, israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rastgeleni yemektir. İşte her biri manevî bir hastalık olan bu haller insanı canavar hükmüne getirir. Çünkü hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, sebeb-i mahrumiyettir, hem de vasıta-i zillettir. Bu zamanda israftan gelen hırs ile insan bir çok değerlerini kaybedecek bir hale gelmiştir. Menhus bir menfaat karşılığında dinini, namusunu, şerefini dahi verebilecek bir zillet haline düşer. Bu ise insanlık şerefinden bir sükûttur. Bütün hataların ve günahların bir diğer sebebi de fısk ve sefahettir. Sefahet, aklı olduğu halde aklını kullanmayan ve ahiretin elmas gibi nimetlerini bildiği halde dünyevî kırılacak şişe parçalarını o elmaslara tercih anlamına gelmektedir. Fısk ise, hadden tecâvüz anlamında, hayatında hem aklî, hem şehevî, hem gadabî ifrat ve tefritleri yaşama hâlidir. Yine önceki yazılarımızda fasıkların özelliklerinden bahsedilmişti. Fakat şunu ifade etmek gerekir ki, insanın işlediği günahlar öylesine sadece Allah ile kendi arasında olup, kimseyi ilgilendirmeyen bir durum değildir. İşlenen günahlar insanın manevî hayatını hastalandırdığı gibi, içtimâî hayatı da hastalandırmaktadır. Fıskla bozulan bir insanda şöyle bir günah psikolojisi gelişir. Adeta bataklığa düşüp çıkamayan kimse gibi, çoklarının da o bataklığa düşmesini isteyecek kadar zulüm damarı hâkim olmuştur. Bunun sebebi de, maruz kaldığı o dehşetli hâle başkalarının da girmesiyle hafifletmektir. İşte bu şekilde kalbinde ihtilâl ve fenalık hisleri uyanmaya başlarsa, o insanın insanlık hisleri, ulvî hisleri sükût etmeye başlar. Nasıl ki bir tarlaya işe yarayacak tohumlar ekmez ve o tarlayı boş bırakırsanız veya tohum eker fakat etrafındaki zehirli otları temizlemezseniz, ektiğiniz tohumlar zayıflar ve hatta ölür, ürün alınmaz. Ya da o tarlaya zehirli otlar hâkim olur. Aynen onun gibi, insanın mânâ tarlasındaki hissiyât tohumları da öyledir. Süflî hisleri besler, ulvî hisleri zayıf bırakırsanız, o mânâ tarlasında zehirli hisler büyümeye başlar. Ve bu ulvî hisleri de yiyip bitirir. İşte böyle bir insanın kalbinde artık yavaş yavaş tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk oluşur. Ve bu meyil ve zevk kalbinde büyür ve artık o insan sûretinde ama insaniyetini kaybetmiş şahıs, bütün lezzetini fenalıkta ve tahribatta bulur. |
YASEMİN YAŞAR 14.06.2009 |