21 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Askeriye belgeyi uyutmaya mı çalışıyor?

Baktım, bir önceki gün ‘Genelkurmay’da tarihi soruşturma’ sürmanşetini atan Hürriyet Gazetesi, dün ‘belge’ olayından çekilivermiş...

Bir gün önce sürmanşet, bir gün sonra ‘tilki, tilki üç adım geri’...

Hálbuki önceki günkü manşetin altındaki spotta neler yazıyordu, neler...

Karargáh, Orgeneral İlker Başbuğ’un ‘sonuna kadar gidilecek’ emri üzerine tarihinin en kapsamlı soruşturması için yoğun bir çalışma yapıyormuş...

Madem böyle, fikr-i takibe gerek yok mu?

Eh, ‘yok’ denince haber atlanmış olmakta...

* * *

Çünkü...

Belgedeki imzaya Jandarma’nın yaptığı ‘krimonolojik’ tetkikler sonrası hazırlanan rapor, olayı ortaya çıkaran Taraf Gazetesi ile bizim Star’da da dün manşetti...

Genelkurmay top döndürüyor ama Jandarma ‘biz yalan söyleyemeyiz’ deyip, ‘inceleme sonucunu’ özel bir kuryeyle 17 Haziran’da İstanbul Başsavcılığı’na yollayıvermiş...

‘AK Parti ve Gülen’i bitirme planı’nın belgesini kriminal incelemeye tábi tutan Jandarma ne diyor?

Metindeki imzayla Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek’in orijinal imzası arasında ‘benzerlik’ var...

‘İmza, orijinaliyle benzerlik göstermektedir’ diyor.

Benzerlik saptamasına karşın, Jandarma’nın raporunda, incelenen belge ‘fotokopi olduğu için’ kesin sonucun tespit edilemediği de belirtilmekte...

* * *

Hürriyet’in görmediği konu, Sabah Gazetesi’nde de manşet: ‘Albay askeri savcılığa farklı imza verdi iddiası ...’

Haberin detayını okumaya başlar başlamaz ilk cümle beni çarpıyor: ‘Albay Çiçek’in özel işlemlerinde kullandığı imzalar ile ‘irtica ile mücadele planı’nın altındaki imzanın aynı olduğu, ancak askeri savcılığa farklı imza verdiği öne sürüldü.’

Sonra haberin ortalarında çarpıcı bir cümle daha: ‘Ancak Albay Dursun Çiçek’in ev alım satım, ehliyet, nikáh defteri ve banka dekontu gibi pek çok belgede bulunan imzalarıyla, ‘irtica ile mücadele planı’nın altındaki imzaların birbirine çok benzediği ileri sürüldü.’

İmza her yerde aynı, savcıda farklıysa, savcılık mı kandırılmaya çalışılmakta?

* * *

Belli ki bu imza sahte değil...

Ama aradan on gün geçmesine rağmen Genelkurmay’dan çıt yok.

Ayrıca...

Hürriyet bir önceki gün ‘Genelkurmay’da tarihi soruşturma’ filan deyip, dün olayı unutturmayı seçmiş...

Ne oluyor?

Hep yazarım, eski bir bakan bana ‘Türk halkının en vahim olayları bile yirmi üç günde unuttuğunu’ söylemişti...

Şimdi amaç o yirmi üç günü mü doldurmak?

Belge sahte ise Genelkurmay’ın ‘neler yapacağını’ göreceğimiz söylenmişti, inşallah bu ifade...

‘Belge doğruysa hiç bir şey yapılamayacağı’ anlamına gelmiyordur...

Doğrusu bir Türkiye Cumhuriyet’i vatandaşı olarak, Genelkurmay’ın teknik açıdan on gündür kendi bünyesinden çıktığı iddia olunan bir belgenin meşrebini netleştirememesi de canımı sıkıyor...

Üniversite laboratuarı bunu bir günde aydınlatıvermekte...

* * *

Sanırım toplum olarak... Parlamento olarak... Siyaset olarak...

Konuya daha ısrarlı bir şekilde müdahil olma zamanıdır...

Yoksa bu belgenin de ‘Şemdinli’ olma tehlikesi var...

* * *

Halk iradesini gerçekten temsil eden bir parlamento olsa, ‘askeri yargıyı’ hukuk devletine yakışır bir biçimde şimdiye kadar ortadan kaldıracak somut adımı atmış olur, siyasal iktidar da ‘cuntanın boyuna posuna’ bakmadan gereğini yapardı...

Bunlar olmuyorsa, ki olmuyor, kamuoyunun sağlam durma zamanıdır...

Zorla uyutulmaktan bıktık çünkü...

Star, 20.6.2009

Mehmet Altan

21.06.2009


Anıtkabir’e ayakkabıyla girmek caiz midir?

Temel dönüp Fadime’ye Anıtkabir meselesini anlattı ya, taktım kafayı... Hani Anıtkabir’i “çorabı kokanların girmemeleri gereken bir yer” olarak tarif etmişti, çünkü sonra Anıtkabir’i “dezenfekte etmek” gerekecekti... Fadime’yi uyarmıştı. Bak Fadime, sonra uyarmadı deme... Göbeğini kaşımak da yasaktır. Çünkü orada göbeğini kaşıyan ayı, oyunu da CHP’ye vermez. Terbiyesiz.

Temel orayı “ayakkabı çıkarılarak girilen cami gibi bir yer” sanıyor olmalıydı.

Çünkü, ayakkabı çıkarılmayınca çorap nasıl koksun? Kokuyu hangi burun alsın?

Üstelik, mermer zemin koku tutmaz. Ayrıca, Anıtkabir kapısı kapatılan bir yer değil, havadar... Abartılı yüksekliği, bronz kapıları, mermer zemini, mermer duvarları, duvar diplerinde yanan bronz meşaleleriyle hani ufaktan bir eski Berlin tadı, bir “Reichskanzlei” havası, bir Nazi mimarisinin “gustosu” da yok değil ha!... 1953 yılında bitirildi ama proje 1944 tarihli... Emin Onat ile Orhan Arda, Albert Speer’den epeyce “etkilenmiş” olmalılar. Bakın bakalım, kabartmalarda da bir Arno Breker lezzeti görecek misiniz?

İlle dezenfekte edilecekse de bu görevi Türk dezenfektanlarına emanet ediniz. Yabancı marka kullanmayınız. Yerli malı, yurdun malıdır.

Acaba ayakkabı çıkarmamakla orayı “profane” mi ediyoruz, yani kutsallığını mı zedeliyoruz? Kafama taktım bunu.

Gerçi türbe ziyaretinde ayakkabı çıkarılmaz ama orası bir türbe değil ki... Hükümeti protesto etmek isteyen vatandaşların toplandıkları bir forum. Tandoğan-Rasattepe hattı. Her cumhuriyet mitinginden sonra mutlaka gidilen son durak. Ana muhalefet merkezine çevirdiler.

Fakat binlerce kişi ayakkabı çıkarmaya kalkarsa da, bunların “araklanma” tehlikesi epey artacak. Ayakkabısı çalınanlara eve kadar idare etmeleri amacıyla vermek için “tokyo” bulundurmak gerekecek.

Hastanelerde kullanılan “galoş” uygulamasına geçilse, bunları birkaç liraya satıp yolunu bulanlar türeyebilir, hemen her devlet hastanesinde olduğu gibi... “Hademe maaşı yetmiyor, bu yüzden başhekim bey göz yumuyor abi, ek gelir sağlıyoruz” derler genellikle.

En iyisi biz imza defterine birşeyler yazmakla yetinelim.

Yazdığımız asla ilginç, değişik, çarpıcı, farklı, “orijinal” bir şey olmasın. Elli altı yıldır yazılanları papağan gibi yineleyelim.

O yazılanları kimin okuduğunu öteden beri merak ederim. Muhabirler okuyorlar da, hemen gazetelerine bildirmek için... Başka kim okuyor?

Atatürk’ün geceleri kalkıp bunları okuduğuna inananlar var mıdır dersin Fadime?

Varsa, bir gerçeği daha öğrenince çok üzülecekler: Önünde saygı duruşunda bulundukları mermerin içinde bir şey yok! Boş da değil, “yekpare” bir blok bu. Hani, Napoleon’un Paris’teki mezarında sergilenen kırmızı mermer blok gibi. Üstelik onun kenarları işlemelidir, bizimki dümdüz.

Atatürk de, tıpkı Napoleon gibi, onun üç metre kadar altında yatıyor, gizli bir bölmede!

Yani, o heybetli mermer, göstermeliktir.

Bazı Atatürkçülerimizin Atatürkçülüğü gibi...

Sabah, 20.6.2009

Engin Ardıç

21.06.2009


‘İmza yüzde 90 doğru’

Kriminolog değilim, hele hele el yazısı uzmanı hiç değilim. Bu konulardaki bütün tecrübem, televizyonlarda CSI dizilerini izlemekten, iyi bir polisiye okuru olmaktan ibaret.

Ama bana öyle geliyor ki, Taraf gazetesinin yayımladığı meşhur belgenin üzerindeki imzanın yüzde 90 değil yüzde 100 doğru olması gerekiyor. Yüzde 90 raporunu kim verdiyse, çok fazla ihtiyat payı bırakmış.

Tamam ama belgenin üzerindeki imzanın o albaya ait olması belgenin ne gerçekliğini kanıtlıyor ne de sahteliğini. Bütün sorun da burada zaten.

Çünkü eldeki belge bir fotokopi. Öyle olduğu için o imza oraya kesme-yapıştırma tekniğiyle de konmuş olabilir veya fotokopisi çekilen asıl belge üzerinde gerçekten ıslak imza vardır.

Yani şu an ki durum, kuantum fiziğindeki meşhur Schrödinger’in kedisinin durumu gibi.

O kedi, düşünce deneyine göre aynı anda hem ölüydü hem yaşıyordu; bizim belgemiz de aynı anda hem sahte hem gerçek!

Ben dünkü iddiamı sürdürüyorum: Bu belgenin gerçekliği veya sahteliği tarih boyunca kanıtlanamayacak, anlaşılamayacak.

Birileri bir gün bu iki ihtimalden birini ‘yüzde 90’ kanıtlasalar bile onlara da kimse inanmayacak; daha doğrusu, insanlar bugün her neye inanıyorlardıysa bundan sonra da ona inanmaya devam edecekler.

Esasen kimin neye inandığının da bir önemi yok. Önemli olan, Türkiye’de kendi vatandaşına karşı psikolojik savaş planlayıp yürütmeyi ‘normal’ ve ‘sıradan’ kabul eden bir yapının bulunması.

Devlet kendi vatandaşına karşı psikolojik savaş yaparken de aslında tek parça değil. Bir yanda Genelkurmay Başkanlığı karargâhındaki psikolojik harp dairesi, bir yanda da İçişleri Bakanlığı tarafından her il valiliğinde bir vali yardımcısı başkanlığında örgütlenen sözde ‘sivil’ psikolojik savaş daireleri...

Neden bir devlet kendi vatandaşlarına psikolojik savaş taktikleri uygular? Bu sorunun cevabını biliyor musunuz? Ben bilmiyorum. Ancak eskiden kalma alışkanlığımızdan kurtulamadığımız da aşikâr.

Devlet, vatandaşlarını güdülmesi gereken koyunlar olarak görmeye devam ettikçe, psikolojik savaş da gün delik hayatın bir gerçeği olarak kalmaya devam eder.

Devlet, gün ışığında değil kapalı kapılar ardında ve gizli belge, toplantı ve yönetmeliklerle çalışmaya devam ettiği müddetçe psikolojik savaş da uygular.

Devlet, biz vatandaşlarından bağımsız, bizden üstün bir varlık oldukça psikolojik savaşa devam eder.

Darbe olur mu, yasal hükümete karşı böyle planlar yapılır mı?

Psikolojik savaşın normal ve olağan görüldüğü bir ülkede darbe de olur, hükümetlere, meclislere karşı böyle planlar da yapılır.

Açık toplum olamadıkça, her işimizi gün ışığında görmeyi öğrenmedikçe, demokrasinin sadece halkın arada bir gidip oy vermesi anlamına gelmediğini, bu açıklığı, şeffaflığı, öngörülebilirliği, hesap verebilirliği vs. de içerdiğini idrak etmedikçe, bu ülkede her şey olur, kimse de şaşırmaz.

Radikal, 20.6.2009

İsmet Berkan

21.06.2009


Sahte ve gerçek: Belgeler ve diğerleri

Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en büyük tehlikelerden biri hemen her zaman “siyasi alanın yeniden daralması, siyaset mekanizmasının zaten eksik olan gücünün biraz daha kırılması” olmuştur.

Siyasi alanın daralması, yetkilerin devlete, daha doğrusu devlet aktörlerine aktarılmasına, temsili meşruiyetin zedelenmesine ve toplumsal taleplerin devre dışı bırakılmasına zemin hazırlar. “Siyaset-toplum arasındaki kopukluğa yol açar”. Bu kopukluk ise toplumu demokratik kurallar içinde yönlendirmeyi imkânsız kılar. Böyle oldukça “yönetimden devlete uzanan, otoriterleşmeyi tahrik eden, tahrik ettikçe sorunları azdıran bir kaosa işaret eder”.

Siyasi alanın daralması aynı zamanda “siyasetin doğal işlevlerinden de arındırılması” demektir.

Türkiye’de bir rejim ve sistem tehlikesinden bahsedeceksek, o da bu sorundur. Bu sorun olmalıdır. Çünkü siyaset tartışabilmek; kararları müzakere ederek almak demektir. Siyaset temsil demektir; bir ya da birden çok kesimin ortak isteğini hem siyasal hem toplumsal alana taşımak demektir. Bir toplumdaki farklı beklenti, öneri ve taleplerin belirli kurallar, yasalar, ilkeler çerçevesinde karşı karşıya gelmesi, birbirlerini etkileyerek kararlara zemin oluşturması demektir.

Nasıl daralıyor siyasi alan?

Türk siyasal sistemine egemen olan, toplumsal, siyasi, kültürel her sorunu asayiş meselesi olarak gören “milli güvenlik ideolojisi” bu daralmada tayin edici rol oynar.

Bu anlayış etrafında örgütlenmiş devlet kurumları ve üretilmiş mevzuat, siyasi asayiş mantığı dışındaki her tür politika ve tartışmayı imha edilesi hedefler olarak görür.

Örneğin AB politikalarına, AB süreci etrafında genişleyen sivil alana, devletin yeniden yapılanmasına ve temel hak ve özgürlükler sahasının genişlemesine bir tehdit olarak bakar.

Ve harekete geçer…

İşin özü siyasal sistem üzerindeki askerî vesayet halidir. Türkiye’nin bugün yaşadığı her kriz bu sorun etrafında ortaya çıkıyor...

Bu doğaldır zira askerî vesayet sistemi sadece askere değil devlete, devletin toplum ve siyaset karşısındaki hükümranlığına da işaret eder.

Bu noktada gözden kaçmaması gereken önemli nokta şudur: Vesayetçi otoriter anlayışların hemen her dönemde, hemen her diyarda denetim altında tutmakta en arzulu olduğu husus “bilgi”dir. Bilgi üzerindeki denetim, toplumun gönüllü itaatini besleyecek kanallar demektir. Zira bilgi üzerinde tahakküm toplum üzerinde tahakkümdür...

Bilgi tekeli üç şey ifade eder:

Devlet ve siyaset nezdinde asayiş bilgisinin diğer tüm toplumsal bilgi karşısında galebe çalmasını... Bu asayiş bilgisinin üretimi, kullanımı ve dağıtımıyla devlet bürokrasinin tekelinde olmasını... Toplumsal, kültürel merkezkaç her tür bilginin önünün kesilmesini ve kovuşturmaya uğramasını...

TSK bu bilgi tekelini kırmaya çalışanlara sık ve sert tepki verir… STK andıcını hatırlayın… Andıç’ta sıralanan, basından üniversitelere, sivil örgütlerden derneklere uzanan, sayısı 300’e ulaşan “kuruluş”, aslında toplumsal ve sivil alanda bilgi üreten, bilgi depolayan, bu bilgiyi kamuoyu ve siyasetçiye sunan yapılardı.

ANDIÇ bu yapıları “kamuoyu oluşturma ve karar süreçlerini etkileme” olarak tanımlamıştı.

O günkü andıç, bugünkü andıç hepsi askeri tahakkümü koruma çabalarıdır…

Sahte peşinde koşanlar gerçek olanı unutmasınlar…

Yeni Şafak, 20.6.2009

Ali Bayramoğlu

21.06.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.