Görüş |
Siyaset askerin işi değil
Genelkurmay’da hazırlandığı iddiâ edilen ihanet planları ve son yaşanan hadiseler dikkate alındığında askerin de, hükümetin de, milletin de yapması gerekenler kendini gösteriyor. Öncelikle, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzî edilir. Menfiler, tahribat ve kusurlar başlara verilir. Bu düsturdan yola çıkarak yanlış giden ve tahribat nev'înden olan hataları bütün bir orduya mâl etmek bir zulümdür. Çünkü o fenalıklar, içerideki hainlere aittir, ordu onunla mes’ul olamaz. Bu insaf düsturu ile hareket etmek gerekir. Fakat gelinen süreçte toplumun cisimleşmiş hâli olan devletin, bazı şeyleri tekrar gözden geçirmesi lâzımdır. Askerin vazifesi, görevleri, bağlı olduğu kurum ve millete karşı sorumlulukları, kanunlarla yeniden konumlandırılmalıdır. Askeriyenin de kendi içinde bazı ölmüş veya öldürülmeye çalışılan dinamiklerini ihyâ etmesi gerekir. Askerin görevi, ülke güvenliğini, can ve mal emniyetini sağlamaktır. Siyaset, askerin işi değildir. Tarih-i âlem şehadet eder ki, askerin siyasete müdahalesi, devletçe ve milletçe müthiş zararları netice vermektedir. Asker ocağı, bir fabrika gibidir. Bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika herc-ü merc olur. Modern devletlerde askeriye iki fonksiyonu icra etmek üzere konumlandırılmaktadır. Bunlardan birisi, dış dairedeki tehditlere karşı bir teminat olması; ikincisi ise, iç dairedeki tehditlere karşı devlet yapısının garantörüdür. Yani toplumla devlet arasındaki ilişkilerde varolan meşrûiyet anlayışıyla, devlete karşı toplumdan gelen tehditlere fizikî bir güç kullanmaktır. İşte ülkemiz için problemlerin doğduğu nokta, ordunun bu ikinci görevindeki aksaklıklardır. Antidemokratik devletlerde uygulandığı şekliyle, devlet kendi ideolojik yapısını, otoritesini elinde bulunduran ve siyaset yapanları, değişme isteyen muhalefete karşı, orduyu bir baskı aracı olarak kullanmaktadır. Türkiye’de bu durum daha da vahim bir şekilde, milletin iradesiyle seçilen hükümete karşı muhalefetle ordu iş birliği içerisindedir. Son çıkan, hükümete ve cemaatlere karşı yapılması planlanan düşünceler, bu anlayışın ürünüdür. Yani millete rağmen adım atma düşüncesidir. Bu ürpertici planlara muhalefetin sessizliği de bu düşünceyi kuvvetlendiren bir duruştur. Demokratik devlette, toplumsal çoğulculuk temelinde bir meşrûiyet anlayışına sahip olduğu için, ordu bu anlamda baskı aracı olarak kullanılamaz. Ordu demokrasi dışı, temel hak ve özgürlükleri yok etmeye yönelik hareketlere karşı bir savunma aracı olarak vazifelidir. Bu memlekette asker, demokrasi gelecek mi, gelecekse ne kadar ve ne zaman sürede geleceğini dahi tesbit edecek kadar siyasetin içindedir. Temelde topluma, milletine güvenmeyen bir zihniyet, Türkiye adına kararlar vermektedir. Durum böyle olunca milletin iradesiyle seçilen hükümetler de, resim ve isimden ibaret olan demokrasinin konu mankenleri gibi durmaktadırlar. Gelinen süreçte (millete yapılan komplo ve planlar karşısında), milletin Peygamber Ocağına karşı bakış açısının zedelenmemesi için, ordu kendi içindeki çatlakları ve çürükleri ayıklayıp tamir etmelidir. Millete düşen ise, imanın verdiği bakış açısıyla, “Fenalıklar ve dinsizlikler yapan kişilere aittir. Ordu onun ile mes’ul tutulamaz” düşüncesiyle amel etmek olacaktır. Mevcut hükümetin de muhalefetin de bu antidemokratik uygulamalara sessiz kalmaması, siyasî iradeyi hâkim kılması şarttır. İbn-i Haldun şöyle demiştir: “Bir insanın hayatından daha değerli bir şey yoksa, onun hayatının da bir değeri yoktur.” Yani hayatımıza anlam katacak, varlığımızı aşan, uğrunda ölünebilecek bir değer yoksa, yaşanan hayatın da bir değeri yok demektir. İşte milletimizin Peygamber Ocağı diyerek anlam yüklediği, cihad, şehadet kavramlarıyla süslediği bu kurum eğer yıpratılırsa, bu sosyolojik olarak millet içinde bir yıkım anlamına gelecektir. Tarih boyunca insanların, himmetlerini arttıran, onları coşturan kutsalları hep varolagelmiştir. Öyle ki bu gün dinî bir temeli olmayan terör örgütleri dahi yıkım faaliyetlerini bir kutsallığa dayandırarak yürütmektedirler. Kimileri dinî değerleri, kimileri vatan millet söylemleri, kimileri de özgürlük, devrim gibi kavramlarla varlıklarını devam ettiriyorlar. Yani bütün gayretleriyle din dışı hayatı savunanlar bile dinin referanslarına yönelmeden işlerini yürütememektedirler. Bugün ordumuzun, maalesef cephede dinî değerlerden yararlanan, normal zamanlarda kışlaya mânevî değerleri sokmadığı gibi, bunlara savaş açan bir yapılanma içinde olduğu görülmektedir. İman ve imanî değerler yedek lastik değildir. Böyle kullanmaya kalkmak, işte şimdi gelinen nokta gibi ordu içinde çatlakların, illegal yapılanmaların ortaya çıkmasına sebep olacak ve bu yapılanma bütün bir ordu mekanizmasını töhmet altında bırakacaktır. Mânevî değerler yedek lastik gibi kullanılamazlar, tam aksine bir motor gücü gören bu değerler, değil kışlada, sivil hayatta, kişisel hayatta, her an hüküm sürmesi gereken dinamiklerdir. İşte bu günkü zihniyet bu dinamikleri kamusal alan uydurmasıyla kurum ve kuruluşlardan ayıklayarak insanların kalp ve akıllarına hapsetmek istemektedir. Öyle ki sokaklara, evlere dahi hükmetme gayretiyle, insanî hak ve hürriyetleri ihlâl etme çabası içerisindedir. Bu görüş ve düşünceleri uygulayanların ise sığındığı en önemli kurumun askeriye olması, işi daha da vahim hâle getirmektedir. Askerin siyaset ve ideoloji dairesine çekilmesi, bir milletin başına gelebilecek felâketlerin habercisidir. Mânevî değer ve dinamikler göz ardı edilirse, o zaman uğruna fedâ olunacak her şey anlamsızlığa düşecektir. Üstelik mânevî değerler ve özellikle ibadetler, insanları iç disiplin konusunda terbiye edecek, bu da vicdan mekanizmasının hareketiyle dış dairede itaati netice verecektir. İtaat ise, içtimâî hayatın en önemli esaslarından biridir. İşte askerî yapılanmanın içindeki, mânevî dinamiklerin dumura uğraması neticesinde canavar ruhlu, zulüm planları üreten zihniyetler türemiştir. İnsanı insan yapan onun maneviyâtıdır. Aksi halde hayvandan daha aşağı ve zalim bir duruma düşeceği muhakkaktır. Bu anlayıştır ki, vatan ve millet adına canını feda etmeye yemin etmiş bu insanlar, kendi vatandaş ve milletine tuzaklar kuran, zulmeden, himmetini kendi şahsına sarf eden hainler haline gelmiştir. Savaşta mânevî motivasyonun yerini alabilecek bir başka değer henüz keşfedilememiştir. Dolayısıyla bu ruh ölürse, maddî varlık çok da bir anlam ifade etmeyecektir. Bugün evlâtlarını bir bir şehit veren mü’min aileler, askeriyenin en önemli destekçileridir. Bu insanlar sahip oldukları ve yitirmek de istemedikleri mânevî değerlerle uğraşan, bir düşünceyi asla tasvip etmemektedirler. O halde, askeriyenin bir an evvel kendi içinde ‘yanlış yapanlar’ı cezalandırması ve milletin zedelenen bakış açısını tamir etmesi zarûret olarak görülmektedir. |
YASEMİN YAŞAR 21.06.2009 |
Sosyal patlamanın freni
Ülke ne hâle geldi. Gün geçmiyor ki, cinayetler işlenmesin ve aile içi şiddetle ilgili haberler eksik olmasın. “Bize ne oluyor?” diye sormak gerekiyor. İşte bu sorunun cevabını bulmak hem hükûmetin, hem eğitim kurumlarının görevi olmakla birlikte, Diyanetin de bu noktada yapacağı çok şey var. Hükûmetin görevi; sosyal riski azaltacak tedbirleri sür’atle almaktır. Eğitim kurumlarının görevi; hayatın gayesini anlatmaktır. Diyanetin görevi de yine bu doğrultuda toplumu şuurlandırmaktır. Türkiye’de uygulanmakta olan kamuya yönelik sosyal hizmetlerde ve bunlarla alâkalı problemlerin çözümünde başarı sağlanamamaktadır. Hâlbuki bu topraklarda yaşanan sosyal problemlerin çözümü, toplumun iç dinamiklerini harekete geçirerek, kendi mânevî değerlerimizi gün ışığına çıkartmak ve bunlara işlerlik kazandırmakla mümkündür. Bu tesbitten yola çıkarak, sosyal barışı tesis etme gibi önemli bir hedefi olan sosyal hizmet uygulamalarının da mânevî unsurlarla zenginleştirilmesi zarurîdir. Mânevîyat, geniş mânâda din (İslâm) ve dinî öğretiler şeklinde tanımlanabilir. İnsanın sahip olduğu duygu, düşünce, mânevî haslet ve hislerin bütünüdür. Mâneviyâtta doğrudan dinî bir unsurun bulunması şart değildir; ancak dinin ve dinî duyguların dışında olduğu da düşünülmemelidir. Hem mânevî, hem de sosyal bakımdan huzur içinde yaşayabilmek için, eşya ve hâdiselerin gerçek mânâsını anlamak gerekir. Bunun için de, dünyaya, yaratılana ve hâdiselere mânâ-yı harfî gözüyle bakılmalıdır. Mânâ boyutuyla bütüncül bakışı yakalayabilmiş bir kişi, varlık karşısında “Ne kadar güzel!” yerine, “Ne kadar güzel yaratılmış!” demek sûretiyle hakikati teslim etmiş olmaktadır. Mânâ-yı harfî bakışı, kişinin mânevî dengesinin ve iç barışının teminine vesile olmanın ötesinde, toplumda sosyal barışı, tesânüdü, birliği ve dolayısıyla adaleti de tesis edeceğinden, sosyal hizmet uygulamalarına mânâ-yı harfî yaklaşımını kazandırmak gerekir. Kalbleri mânevî, akılları ise pozitif bilimlerle aydınlanmış, fıtrî vasıflara ve ahlâkî değerlere göre hayatını tanzim edebilen, ruhu ile barışık fertler yetiştirmeyi ön plâna alır. Mânevî sosyal hizmetlerin temel hedefi; sosyal hizmetlere ihtiyaç duyan kişinin sadece dünyada değil, âhirette de mutlu olmasını sağlamaktır. Çünkü; “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”1
Dipnot:
1- Nursî; Said Kastamonu Lâhikası. Yeni Asya Neşriyat, İstanbul - 1994, s. 113.
|
HALİL ELİTOK 21.06.2009 |