Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Allah'ın rızâsı, babanın rızâsını kazanmaktadır. Allah'ın gazabı da, babayı kızdırmaktadır.
Câmiü's-Sağîr, No: 2270 |
21.06.2009 |
Baba ne kadar haksız da olsa, rızası tahsil edilmeli
Birincisi: Isparta’lı kardeşlerimiz, hususan gül, Nur kahramanı Hüsrev, benim bu kış münasebetiyle maddî hacetlerimi merak ediyorlar, yardım etmek istiyorlar. Ben de onlara teşekkürle beraber derim ki: Onların Risâle-i Nur’a hizmeti, her şâkirdin saadet-i ebediyesine menfaati gibi, benim de hakikî kışım sûretinde olan kabrimden sonraki kışta ihtiyacatıma o derece mükemmel yardım ediyorlar ki; bu fani, muvakkat kışın hacâtına yardımdan binler derece ziyadedir. Eğer benim elimden gelseydi, bütün ruh u canımla, kemâl-i iştiyakla bütün onların hacât-ı maddiyesini temine çalışırdım. Beni merak etmeyiniz. İktisat ve kanaat, bana iki hazinedir; tükenmez, bitmez. İkinci nokta: Bir zaman “Küçük Isparta” namını alan ve her yerden ziyade, geçen meselemizde hapis musibetini çeken İnebolu ve civarı kardeşlerimin gayet güzel ve samîmane mektupları beni çok mesrur eyledi. Yalnız, Risâle-i Nur’un kahramanlarından baba-oğulun meşrebleri ayrı ayrı olduğundan, birbiriyle tam imtizaç edemediklerinden endişe ediyorum. Baba ne kadar haksız da olsa, oğul, onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa, baba, şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli. Değil böyle baba ve evlât ve mümtaz seciyeli ve Risâle-i Nur’un baş şakirtleri, belki birbirinden çok uzak ve düşman da olsalar, Risâle-i Nur’un hatırı için Risâle-i Nur şakirtlerinin mabeynindeki tefani, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturuyla bu iki kardeşim, dünyevî ve cüz’î ve hissî şeyleri medar-ı münakaşa etmesinler. Pederlik ve veletliğin iktiza ettiği hürmet ve şefkatle beraber, Nur’un şakirtliği iktiza ettiği kusura bakmamak ve affetmek ve benim çok sevdiğim iki kardeşim, benim hatırım için, birbirini tenkit etmemek lâzım geliyor. Umum kardeşlerime birer birer selâm ve duâ ediyoruz. Emirdağ Lâhikası, s. 78, (yeni tanzim, s. 166) *** Hem, peder ve vâlideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesâbına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine âittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, lillâh için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman daha ziyâde muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. “Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme” (İsrâ Sûresi: 23.) âyeti, beş mertebe hürmet ve şefkate, evlâdı dâvet etmesi, Kur’ân’ın nazarında vâlideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukùkları ne derece çirkin olduğunu gösterir. Mâdem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyâde iyi olmasını ister; ona mukabil, veled dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münâkaşa yok. Zîrâ münâkaşa, ya gıpta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münâkaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâvâ etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek, pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
Sözler, s. 583, (yeni tanzim, s. 1041)
muvakkat: geçici. meşreb: 1- Yaradılış, tabiat, huy, mizaç, ahlâk. 2- Tavır, tutum, meslek. 3- Âdet. imtizaç: 1- Uyuşma, bağdaşma. 2- İyi geçinme. 3- Kaynaşma. mabeyn: ara, iki şeyin arası. tefani: birbirinde fani olma, fikren arkadaşının meziyet ve hissiyatı ile yaşama. veled: çocuk. vâlideyn: ana-baba. hased: kıskançlık. |
21.06.2009 |
Cennette mekân ve zaman
Cennet hayatında insanın mekân ve zamanla alâkası nasıl olacak? İnsan bu dünyadaki gibi zaman ve mekâna tam olarak bağlı mı olacak, yoksa zaman ve mekânın tesirinden kurtulacak mı? Cisim ve ruh noktasında nasıl bir hayat süreceğiz? Bu ve benzeri suâllere cevap olması açısından 28. Söz’den üç tâbiri nazarlara sunarak kısa birer izah yapmak istiyoruz.
Birinci tâbir: “Cisim, eğer hayatî olsa, eczâ-i bedenî dâim terkib ve tahlildedir, inkırâza mahkûmdur, ebediyete mazhar olamaz. Ekl ve şürb, bekà-i şahsî ve muâmele-i zevciye ise, bekà-i nev’î içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur. Neden Cennetin en büyük lezâizi sırasına geçmişler?” (Sözler: 459.) Bu tabirdeki en mühim cümle hiç kuşkusuz, “Âlem-i ebediyette ve âlem-i uhrevîde şunlara ihtiyaç yoktur” cümlesidir. Bu cümleden anlaşılan şudur: Ahiret âlemlerinde, haşir meydanında, mahşerde, cennette ve diğer ahiret âlemlerinde insanın hayatının devam etmesi için yeme ve içmeye ve havaya ihtiyacı olmayacaktır. Bu dünya şartlarına baktığınız zaman yemek yemeksizin ancak altmış gün yaşayabiliriz. Susuz altı gün, havasız da altı dakika. Eğer altı dakika hava teneffüs etmezsek ölür gideriz, hayatımız sona erer. Yukarıdaki ifadeye göre ahiret âlemlerinde ise ne havaya, ne suya ve ne de yemek yemeye ihtiyaç vardır. Ahirette bin sene yemek yemesek, su içmesek veya hava almasak ölmeyeceğiz. Yani hayatımızın devamı için bunlara ihtiyaç olmayacak. Cennette ihtiyaçtan değil, sadece lezzet ve zevk için yenip içilecek. Bu dünya şartlarında ise insan yemeye ve içmeye muhtaç. Bu durum da, biz insanların bir ölçüde mekân ve zaman bağlılığını ifade ediyor. Zira bize toprak tarafından gelen nimetler bir mekân ve zaman istiyor. Belli bir süre içinde meyveler, sebzeler yetişiyor. Semadan yağmur iniyor, yerden su fışkırıyor. Dağlar ve ormanlar havayı temizleyip insanın ihtiyacı olan oksijeni yetiştiriyor. İşte bütün bu faaliyetler insanın bu dünyada zaman ve mekâna tam bağlılığının göstergesi. Ancak ahirette böyle bir durum gözükmüyor. İnsan yeme, içme ve hava almaya muhtaç olmayacak ise, bunlar hayatın devamı için olmazsa olmaz bir şart olmayacaksa, demek ki, insan bir ölçüde mekân ve zamana bağımlı olmayacaktır. Yani ahiret âlemlerinde, bu dünyadaki tarzda zaman ve mekân insanı tesiri altına alamayacaktır. Mahşer meydanında dünyevî zaman ve mekânın üstünde bir hayat tarzı ile ebedî hayata gözlerini açacaktır.
İkinci tâbir: “Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir. Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur.’ (Ankebût Sûresi: 64.) sırrınca, şu dâr-ı dünyada, câmid ve şuursuz ve hayatsız maddeler, orada şuurlu hayattardırlar. Buradaki insanlar gibi orada da ağaçlar, buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar, emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen, ‘Filân meyveyi bana getir’; getirir. Filân taşa desen, ‘Gel’; gelir. Mâdem taş, ağaç bu derece ulvî bir sûret alırlar;...” Derin mânâları ihtiva eden bu hoş ve güzel tabir üzerinde farklı anlayışlar ortaya çıkıyor. Üzerinde ne kadar çok tefekkür ederseniz mânâlardaki letafet daha da artıyor. Sanki bu tabir bir Misk-i Kur’ânîdir. Birinci anlayış: Cennet hayatı o kadar güzel bir yerdir ki, taşlar ve ağaçlar ve cennetin diğer mahlûkları insanla konuşur, sohbet eder ve insanın isteklerini yerine getirir. İkinci anlayış: İnsan Cennette bir sultan seviyesine yükselir. Ki Cennetin bütün mahlûkları insana hizmet eder. Ağaca ‘Meyveni getir’ desen getirir, kuşa ‘Piş’ desen pişer, sen yersin o da uçar gider. Taş ve toprak insan için şekilden şekle girer. Üçüncü anlayış: Cennette insan mekânın kayıtlarından kurtulur. Bu dünyadaki gibi bir zaman ve mekân kaydı bulunmaz. Zira mekânın bir ölçüde temsil edildiği cisimler olan ağaç, taş, toprak ve diğer mahlûkat insanın yanına gelecekse, demek ki insan, mekânın yanına gitmek yerine mekânı kendi yanına getirir. Yani diyelim Cennette bir yerden bir yere gideceksiniz. Bu noktada siz o yere gitmeniz gerekmez. O yeri yanınıza çağırırsınız, o yer de gelir. Bu durumda da insan mekânın bağ ve kayıtlarından kurtulacak demektir. Demek ki, cennette, dünyadaki gibi bir mekân ve zaman bağı ve kaydı yoktur insan için. Dördüncü anlayış: Bu hal bizlere Resul-i Ekrem Aleyhisselâm’ın mu'cizelerini hatırlatır. Zira Peygamberimiz (asm) bu dünyada da ağaca emretmiş, o ağaç yanına gelmiştir. Taşa emretmiş, taş istediği şekli almıştır. Taşları avucuna almış, onlarla konuşmuştur. Demek ki Peygamberlerin mu'cizeleri ahirette yaşanacak hallere birer numunedirler. Belki de her mü’min derecesine göre bu dünyadaki Peygamber mu'cizelerini gerçek olarak orada yaşayacaktır.
Üçüncü tabir: “Elbette nurânî kayıtsız, geniş ve ebedî olan Cennette, cisimleri ruh kuvvetinde ve hiffetinde ve hayal sür’atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup, yüz bin hûrilerle sohbet ederek, yüz bin tarzda zevk almak, o ebedî Cennete, o nihayetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sâdık’ın (asm) haber verdiği gibi hak ve hakikattir.” Bu tabir de yine mühim sırları ihtivâ ediyor. Konumuzla ilgili kısmına dikkat edersek, yine insanın belli ölçüde mekân ve zaman kayıtları dışında olacağını bizlere ifade ediyor. Çünkü bir insan cennette ruh kuvvetinde ve hayal sür'atinde yaşayacak ve bir anda yüz binler yerde bulunacaksa, bu durumda mekânın ve zamanın kayıtları içinde olmasa gerektir. Zaten bu dünya şartları içinde bile bir anda farklı mekânlarda bulunan zatlar, belli ölçüde zaman ve mekân kaydından kurtulmuş oluyorlar. Ki, hayat derecesinin çok yükseldiği cennet hayatında, dünya aklı ile kavramamızın mümkün olmadığı bir mekânda elbette ki dünyevî kayıtlar olmayacaktır. Bir anda yüz bin yerde bulunan bir insan için de her halde mekân ve zaman kaydı yoktur. Demek ki insan Cennet hayatında bir ölçüde mekân ve zamanın şartlarına bağlı olmaksızın ebedî bir hayat sürecektir.
Son söz Üstadın: “Bununla beraber, bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatler tartılmaz.” (Sözler: s. 463)
|
HALİL AKGÜNLER 21.06.2009 |
Dünya pazarı açılır, okuma programlarından sonra...
Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine yazdığı bir mektupta, kendisinde ve talebelerinde şuhûr-u muharreme ve mübarekeden sonra bir yorgunluk geldiğini beyan eder ve bunun sebebi ile çarelerini açıklar. O mübarek aylarda, himmetlerin âhirete dönmesiyle mânevî hava temizlenir ve herkes derecesine göre istifade eder. Bu mübarek ayların gitmesiyle beraber, “ahiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi, dünya sergisi açılmaya başlıyor.” Son okuma programında bu mânâları tahattur etme imkânı buldum. İnsanlardan uzak, havası temiz, suyu güzel bir yaylada, kâinatla başbaşa kalma imkânı bulduk bu sefer. Dağda ve bağda yazılmış Risâleleri yine dağlarda ve bağlarda okumak, ağaçların üzerinde tashih edilmiş eserleri ağaçların üzerinde müzakere etmek çok feyizli oldu. Nazarımızı âfâka dağıtacak hiçbir sebebin olmaması Risâlelere odaklanmamızı sağladı. Zaten oldum olası şu kalabalık şehirlerde, binâ içinde yapılan okuma programlarına alışamamıştım. Gürültüler, havanın kirliliği gibi etkenlerden dolayı okumalarımız istediğimiz gibi olmuyordu. Akşamüzeri de bulunduğumuz şehri gezmeye çıkınca, sabahtan akşama kadar kazandığımız feyzi bir anda yok edebiliyorduk! Âhirzamanın cazibedar caddelerindeki tehlikeler nazarımızı dünyaya çekiyordu! O yüzden bu gibi sıkıcı binalarda yapılan okuma programlarında en çok yapılan hareketin ‘kaylûle’ olduğunu fark etmiştim! Bu yüzden artık yavaş yavaş beton yığınlarının terk edilerek, okuma programlarının risâlelerin yazıldığı yerlere benzer fıtrî mekânlarda yapılması gerektiğine inanıyorum. Öte yandan Kur’ân’da ve Risâle-i Nur’da geçen Tevhid delillerini gizliyordu şehirler. Dağları, taşları, ağaçları, kuşları, yıldızları, çekirdekleri, tohumları, lâtif çiçekleri, mânidar bulutları… Birçok tevhid mührünü göremiyorduk, şehir diyordu ki: ‘Sadece bana bakın! Kalabalık alış veriş mekânlarımı gezin! Büyük apartmanların arasında kaybolun! Fani olduğunuzu hatırlamayı unutun!’ Attar’ın dediği gibi ‘Dünyadan nasibimiz arttıkça, kâinattan nasibimiz azalıyordu.’ Ama burası… Ama bu mekân… Öyle bir mekân ki, burada insanların fani işlerle uğraşırken çıkardığı garip bağırışlar yoktur. Ağaçların başında asrı temâşâ eden Üstadı selâmladık çamların başından. Çiçekleri kokladık, nur kokan risâleleri okurken. Yıldızları seyrettik, Yıldıznâme’yi dinlerken. Sinesini bize açan dağları, taşları mekân edindik, kâinatın yaratılış hikmetlerini ararken. Emaneti reddeden bu dağlar değil miydi? İlâhî heybetten parçalanmış taş parçalarını seyrettik, Allah’a karşı ne derece taşlaşmış kalplerle yöneldiğimizi hissederken. Birbirimize Hâlık’ımızın san'atlarını görüp gösterdik, bulutları seyrederken. Güneşin altında, ebediyete gülümsedik. Uçurumlarda, ebedî hayatımızın uçurum misâli tehlikelerini gördük. Esen rüzgârla, ötelerden gelen ulvî mânâları soluduk. Tefekkürü hatırladık, bize ne kadar çok nimet verildiğini anladık… Kâinatla iç içe olan bu mekânda olmak Risâle okumalarımızı arttırmıştı. 7-8 günde çoğu arkadaşımız Risâlelerden bir büyük eseri bitirmeye muvaffak olmuştu. İşte bu derûnî mânâlardan, lâtif hislerden sonra ‘dünya pazarlarının’ açıldığı şehirlere dönecektik. İçimi öyle garip bir his kapladı ki, tarifi imkânsız. Sanki dağlardan değil, sanki çam ağaçlarından değil, en yakın akrabalarımdan ayrılıyordum! Mânâyla mezc olmuş ruhumuz nasıl kaldıracaktı, maddenin saltanatını? Her okuma programından sonra bu hislerin yaşandığını düşünüyorum. Zirâ okuma programlarına katılanlar, şu maddî kesafetlerden sıyrılıp ebediyete menfezler açarlar. Okumalar, dersler, tefekkürler… Ondan sonra ise bir çok kardeş hayat-ı içtimâiyeye döner. Hayat-ı içtimâiye ise dünya pazarlarının sonuna kadar açık olduğu yerlerdir. Bu durumda kardeşleri ciddî bir belirsizliğin ve ikilemin karşıladığını düşünüyorum. Çâre ise, Üstadımızın yıllar önce, mübarek aylardan sonra fütur getirenlere verdiği çârede gizli. Ancak Risâle-i Nurlar’ı ciddî bir biçimde okumakla elde edilebilen, olayları ve hadiseleri ‘Risâle’ bakışıyla değerlendirme… Böylece okuma programlarında kazanılan mânevî feyizlerin kaybolması önlenecektir. Dünyayı Kur’ânî bakışla ahiret pazarına değiştirebilme temennisiyle…
|
ZÜBEYİR ERGENEKON 21.06.2009 |