Basından Seçmeler |
‘Bir ev bir araba’nın kökeni
(...) Dünkü yazıda, OYAK’ın üyelerini “bir ev bir araba”lık ikramiye ile emekli ettiğine ilişkin haberlere göz atmış ve bu mutlu emekliliğin herkese nasip olmasını dilemiştik. OYAK genel müdürü iddialıydı.”Modeli ihraç edebiliriz, polise öğretmene uyarlayabiliriz” diyordu. Niçin duruyorduk o zaman? Elimizde mükemmel bir “model” ve son derece yetenekli bir genel müdür varken, söz konusu “ihraç” niçin erteleniyordu? Memur ve işçi emeklileri de OYAK üyeleri gibi “bir ev bir araba” ile uğurlansa fena mı olurdu? İyi olurdu tabii ki. Ancak bir şartla: OYAK’ın sahip olduğu ayrıcalıklardan oluşturulacak diğer sandıkları da yararlandırarak. Hangi ayrıcalıklar mı? Bu uzun hikaye bugüne kadar az tartışılmadı. 1/03/1961’de yürürlüğe giren bir kanunla oluşturulan OYAK’ın aslında, bugüne kadar yeterince eleştirildiğini söyleyebiliriz. Benim bildiğim, konuya ilişkin ilk ciddi değerlendirme İdris Küçükömer’e aitti. Ancak sonradan öğrendik ki, Hürriyet yazarı Ege Cansen, daha erken bir tarihte, yani 1962’de (yani konu henüz çok tazeyken) Cumhuriyet gazetesine yayımlanması için (ama yayımlanmayan) gönderdiği bir yazısına “OYAK kapatılmalıdır” başlığını atmış. Cansen’in dört yıl kadar önce yayımladığı –ve başında bu hatırlatmayı yaptığı- yazısında OYAK’ın niçin kapatılması gerektiğine ilişkin en önemli itirazı şöyleydi: “…bu sandığın kuruluş kararnamesinde, OYAK’ın ‘sahip-girişimci’ (malik-müteşebbis) sıfatıyla ticari faaliyette bulunmasına izin veriliyordu. Halbuki kural olarak, ‘sandık’ların, üyelerden ve onları istihdam eden işverenden topladıkları primlerle bir ‘yatırım fonu’ kurmaları ve bu fonu ‘portföy’ teorisine uygun olarak nemalandırmaları gerekir. Bu kurama göre sandıklar, hiçbir şirketin sermayesine belli bir yüzdeden (mesela %10) daha fazla iştirak edemez. Dolayısıyla girişimci ve yönetici olamazlar…” “Kuram” böyle diyor ama OYAK bunun dışında tabii ki. Çünkü OYAK, herkesin bildiği gibi, aklınıza gelebilecek hemen her iş kolunda faaliyet gösteren bir “sandık”. 1961’den 2001’e kadar bilanço bile açıklamayan, başta “kurumlar vergisi” olmak üzere birçok vergiden muaf olan bir şirket var karşımızda. “Özelleştirmeler”e girip çıkan, hatta Tüpraş örneğinde olduğu gibi Koç Grubu ile yarışan, Erdemir’de “milli hislere” oynayan bir holding var. İsterseniz, konunun yabancısı okurlarımız için OYAK Kanunu’nun 35. maddesini aktarmadan geçmeyelim: “Kurumun muafiyetleri aşağıdadır: a) Kurum, Kurumlar Vergisi’ne tâbi değildir, b) Kuruma yapılacak bağışlar, kurumun ne nam altında olursa olsun, üyelerine ve kanuni mirasçılarına yapacağı yardımlar Veraset ve İntikal Vergisi’yle Gelir Vergisi’nden, c) Kurum, yapacağı her türlü muameleler dolayısıyla Damga Resmi’nde, d) Daimi ve geçici üyelerden yapılacak aidat tevkifatı Gelir Vergisi’nden, e) Kurumun her türlü giderleri Gider Vergisi’nden muaftır.” Görüyorsunuz; ortada, 1961 imalatı, son derece “özel” bir kuruluş var. Milli Savunma Bakanı ya da Genelkurmay Başkanı’nın riyaset ettiği, “sivil”liği tartışma götürür ve “serbest pazar” ekonomisinin kurallarını tanımayan bir “grup”tan söz ediyoruz. “Kamu şirketi” değil; “özel şirket” de değil. Tuhaf, “alaturka” bir yapı bu. Nitekim, OYAK’ın bu son derece “özel” konumu, Tüpraş özelleştirilmesi sırasında patlak veren OYAK-Koç polemiği çerçevesinde, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülend Özaydınlı tarafından son derece veciz şekilde şöyle değerlendirilmişti: “Tamamen farklı muhasebe standartlarına dayanarak, farklı kanuni statüde olan ve farklı bir biçimde vergilendirilen kurumların karşılaştırılmasının yapılabilmesi için önce tüm verilerin şeffaflıkla ortaya konularak aynı baza getirilmesi gerekir.” Yönetim Kurulu Başkanı haklıydı tabii ki. Bin çeşit “muafiyet”le donatılmış bir yapının ülkenin herhangi bir “sivil” holdingi ile karşılaştırılması (Özaydınlı’nın benzetmesiyle) “elmayla armudun” karşılaştırılması demek değil miydi? Nerede kalmıştı kapitalizmin -hiç değilse- “rekabet” ilkesi. Birisi hep kazanacak ama vergi ödemeyecek, diğeri kazanınca vergisini de ödeyecek. Hayal edin: Ülkede ekonomik faaliyet gösteren bütün gruplar, bütün şirketler OYAK’ın sahip olduğu muafiyetlere sahip olsun. Sonucun ne olacağını tahmin etmek çok kolay değil mi? OYAK meselesinin AB sürecinde önümüze çok ciddi olarak getirileceği muhakkak. Siz bakmayın bazı “ekonomi yazarları”nın AB’den –şimdilik- arada bir OYAK konusunda gelen eleştireler karşısında “Avrupa Birliği’nin OYAK takıntısı depreşti” türünden efelenmelerine. AB’nin söz konusu muafiyetlerle donanmış bir büyük grubun dosyasını söz konusu etmemesi mümkün mü? Bu öyle önemli bir dosya ki, ülkenin sosyalistlerine bile “kapitalizmin ilkelerini” savundurabilir.
Yeni Şafak, 21.6.2009 |
Kürşat Bumin 22.06.2009 |
Kurumlararası uyum
Bugünlerde en çok telaffuz edilen cümlelerden biri de “kurumlararası uyum...” “İrticayla Mücadele Planı” deşifre olduğundan bu yana, her ağzını açan kurumlararası uyumun öneminden söz ediyor. Birtakım odakların kurumlararası çatışma yaratmak için böyle bir belge ürettiğinden dem vuruluyor. Hemen ardından da bu meselenin kurumlararası uyum bozulmadan halledilmesi gerekliliği tekrarlanıp duruyor. Bu söylem iki açıdan eleştirilmelidir. Birincisi, uyum içinde olması beklenen kurumlar (hükümet ve ordu) hiyerarşik olarak yatay ilişki içinde kurumlar mıdır ki, sanki eşitler arası bir ilişkiden söz eder gibi kurumlararası uyumdan bahsediliyor? Belki birçok insana yabancı (!) gelecek ama hatırlatmakta yarar var: Ordu hiyerarşik olarak hükümetin emrinde bir kurumdur. Dolayısıyla bu iki kurum arasındaki ilişkide uyumdan söz ederken ordunun hükümete uyumu, daha doğrusu tabi olması kastedilebilir ancak. Ama reel durum bu değil, gerçekçi olmak lazım diyeceksiniz. Ben de size diyeceğim ki, bu tür bir “gerçekçilik” mevcut statükoyu ilelebet muhafaza etmekten başka bir sonuç vermez. İkinci hata, uyumun statik bir durum olarak ele alınması... Her uyum, o ülkedeki güç odakları arasında belli bir denge noktasını yansıtır. Ama bu, uyum ya da istikrar o denge noktasının olumlu olduğunu ve ilelebet sürmesi gerektiğini göstermez. Unutmayın, eski Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde de uzun yıllar süren bir uyum ve istikrar vardı. Franko İspanyası, 30 yıl boyunca, demir yumruk altında bir uyum dönemi yaşadı. Ehh, doğrusunu isterseniz biz de darbeleri izleyen iki-üç yıllık dönemlerde darbe öncesi kaos yıllarıyla kıyaslandığında oldukça “uyum ve istikrar” içindeydik. Pek mi memnunduk böyle bir uyumdan? Demek ki mevcut istikrarı ve uyumu korumak başlı başına bir hedef olamaz. Her uyum belli bir güç dengesine tekabül eder. Güç dengelerinin değişmesi ile uyum bozulur ve yeni dengelere uygun düşen yeni bir uyum kurulur. Bugün herkesin yana yakıla bozulmasından endişe ettiği uyum Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı, Parlamento, Hükümet ve Silahlı Kuvvetler arasında kurulan belli bir denge noktasını yansıtıyor. Ve bu uyum bozulacak diye ödleri kopanlar, aslında bu uyumun temelinde yatan bu güç dengesini savunmuş oluyor. Oysa bu denge, demokrasiye yakışmayan bir güçler dengesidir. 28 Şubat’ta parlamento büyük ölçüde devre dışı bırakılarak kurulan bir dengedir. Sivil iktidarın askerlerin “damarına basmaması” şartıyla yaşayabilen bir dengedir. Bütün toplumun, askeri oligarşinin yaptığı laiklik tanımına boyun eğmesi ve bu uğurda temel hak ve özgürlüklerinden vazgeçmesi karşılığında sürebilen bir dengedir. Devlet Denetleme Kurulu’nun Silahlı Kuvvetler’i ilelebet denetim dışı tutması temelinde kurulmuş bir dengedir. Askeri yargının burnunu vazifesi olmayan işlere sokmasına susmak; Türkiye’nin yüzde 92’sinde asayişi jandarmaya teslim etmek; askerlerin onaylamadığı Anayasa değişikliklerini yapmamak temelinde kurulmuş bir dengedir. Askeri vesayetin hangi konularda sürüp hangi konularda biteceği konusunda sıkı bir pazarlık yapıldıktan sonra belki de kurulacak olan yarı-vesayet rejimine razı olmamız temelinde bir dengedir. Böyle bir dengeye ve böyle bir denge temelinde kurulmuş uyuma razı olabilir miyiz? Bu uyumu “korunmaya değer” bir uyum olarak görebilir miyiz? Bugün toplumun büyük çoğunluğunun bu soruya verdiği cevap koca bir “hayır”dır. Toplum artık böyle bir denge ve böyle bir uyum istemiyor. Uyum, ancak demokratik rejimin kurallarının tam olarak yerleşmesi temelinde sağlanırsa bir değeri vardır; ancak o zaman bu uyum korunmaya değer bir uyumdur. Diğer bütün uyumlar, aslında daha kalitesiz bir demokrasiye razı olmak anlamına gelir. Türkiye’nin demokratik dünyanın bir parçası olabilmek için bu eski dengeyi bozması, zaman içinde ülke yönetimine katılan güçler arasında yeni bir denge yaratarak siyasi istikrarını ve uyumunu yeni bir düzlemde yeniden yaratması gerekiyor. Bugün çekilen sancı işte bu yeni uyumun yaratılmasının sancısıdır. Yani hayırlı bir sancıdır.
Bugün, 21.6.2009 |
Gülay Göktürk 22.06.2009 |
Sorun yalnızca darbe mi?
‘Belge’ tartışması çıktığından bu yana ‘Belge ya gerçek çıkmazsa’ deyip bunun üzerinden yorumlar geliştirmeyi tercih edenler, işi iyice önemsizleştirmek için ‘Bunlar mı darbe yapacak?’ diyerek yeni bir söylem geliştiriyorlar. Darbeciler artık onların gözünde de muteber sayılmıyor. Bence de artık ‘bunlar’ darbe yapamazlar. En azından bugün yapamazlar. Dünyanın ve Türkiye’nin koşulları bu ülkede bir askeri darbe için elverişli değil. O zaman şu soruyu hemen soralım: Sorun yalnızca darbe mi? Türkiye, bir askeri darbe anayasasıyla yönetiliyor. Tüm kurumlar, darbe anayasasının belirlediği yasal yapı üzerinde duruyorlar. Bu yasal yapı, bir askeri vesayet rejimi yaratıyor. Yargı ve asker de bu yapıyı korumayı kendilerine görev edinmiş durumdalar. Gerçek olup olmadığı konusunda artık tam anlamıyla iki kampın karşı karşıya gelmesine neden olan ‘Belge’nin altında imzası bulunan albay işte böyle bir sistemin, böyle bir yapının yükselen değeri olarak bir anlam ifade ediyor. Kendi deneyimimle de biliyorum ki, bu sistem yıllardır otoriter rejim yanlısı unsurları koruyor, kolluyor, terfi ettiriyor. Yargıda, orduda bu anlayış öylesine yerleşmiş durumda ki, farklı olan bir şekilde tasfiye ediliyor. Bence ‘Belge’ tartışmasının gerçek anlamı da, darbenin ötesinde bir otoriter sistemi koruma tartışmasıdır, koruma mücadelesidir. Türkiye, bir devletçi sistemle yönetiliyordu. Bu sistem, kendi ürünü olan iş insanlarıyla, yargıç ve savcılarıyla, bürokratlarıyla, polisleriyle, medyasıyla bu rejime uygun siyasetçileriyle bugünlere kadar geldi. Bu tür ‘Belge’ler her zaman yazılıyor, çiziliyordu. Hatta meydanlarda konuşuluyordu. Yakın tarihimizi gözden geçirin, gazeteleri inceleyin, askerin siyasete müdahalesi öylesine meşru ve haklı kabul ediliyordu ki, zaten bu tür ‘Belge’ler tartışma konusu bile olmuyordu. Tartışmaya kalkanlar da ‘andıç’lanıyor, ‘kurşun’lanıyor, işten atılıyor, susturuluyordu. ‘Belge’ tartışması Türkiye’de darbeciliğin artık meşruiyetini büyük ölçüde yitirdiğini gösteriyor. Baksanıza düne kadar darbe meraklısı olarak bilinen, darbelere alkış tutmuş isimler ve kesimler bile, ‘darbe istemiyoruz’ demek gereğini duyuyorlar. Darbe meşruiyetini büyük ölçüde yitirdi ancak, ‘askeri vesayet’ kalsın diyenlerle Türkiye’nin işi bitmedi. Şimdi bir başka mevzide bu sistemi korumak için yeni barikatlar oluşturuyorlar. Bin dereden su getiriyorlar. Bunların derdinin ‘şeriat’ olduğunu sanırsanız yanılırsınız. Bunlar zamanında Adnan Menderes’i, Süleyman Demirel’i, hatta Bülent Ecevit’i bile ‘şeriatçılıkla’, şeriatçılarla işbirliğiyle suçlamadılar mı? Türkiye’nin şu andaki sorunu, gerçek demokratik rejime nasıl ulaşacağı sorunudur. Şimdi bir ölçüde darbeciliği aşıyoruz sanırken, önümüze başka engellerin çıkacağını, çıkarılacağını görüyoruz. Biliyorduk zaten. Yolun uzun ve engebeli olduğunu da biliyoruz. Bu nedenle 1982 Anayasası değiştirilsin denince ayağa kalkıyorlar. Bu nedenle demokrasinin Türkiye’nin şartlarına tam da uymadığını, halkın demokratik tercihlerde bulunamayacağını söylüyorlar. Bu ülkeyi sonsuza kadar kendileri yönetmek istiyorlar. Onların temel isteği tek parti rejimi. Bu durumu tehdit eden bir siyasi akım ortaya çıkınca önce onu ehlileştirmeye çalışıyorlar. Ehlileştirmeyeceklerini anlayınca o zaman ‘belge’ler yazılmaya başlıyor, ‘pisikolojik savaş’ yöntemleri devreye sokuluyor. Bu gerginlik ve kamplaşma sürecek. Bugünden yarına hepimizin demokrasi temelinde anlaşmamız mümkün görünmüyor. Sorun yalnızca darbe olsaydı. Yolun sonuna geldik diyebilirdik.
Radikal, 21.6.2009 |
Oral Çalışlar 22.06.2009 |