25 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Üç tarafı denizlerle çevrili sanal bir kasaba mı burası?

Başrolde Jim Carrey'in oynadığı ve Peter Weir'in yönettiği 1998 yapımı "The Truman Show" filmini belki görmüşsünüzdür.

Filmin konusunu hatırlatayım.

Bir televizyon şirketi, terk edilmiş bir bebeğe Truman Burban adını verir ve onun çevresinde sanal bir kasaba yaratır.

Denizle kuşatılmış bu kasabada Truman'ın büyümesi, yaşamı, aşkı, mesleği ve her şeyi canlı yayınla kitlelere izletilir.

"Seahaven" adı verilen bu sanal kasabada Truman dışındaki herkes, senaryoya uyan oyunculardır.

Truman ise bir televizyon showunun baş karakteri olduğunu bilmeden, gerçek hayatını yaşadığını zanneden bir zavallıdır.

Truman sonunda deniz yoluyla kasabadan kaçmayı dener ve stüdyonun duvarına çarpınca gerçeği anlar. Acaba dünyanın bazı ülkelerinin insanları da böyle bir senaryonun figüranları ve aktörleri konumundalar mı? Çünkü yıllar, mevsimler hatta çağlar değişse bile, bu ülkelerin insanlarının gündemleri değişmiyor.

***

Bıktıran süreç

Önceki gün Adem Yavuz Arslan, Bugün'deki köşesinde şöyle yazmıştı:

- Geçtiğimiz günlerde Arap dünyasının ünlü haber kanalı El Cezire'nin Ankara temsilcisi Yusuf El Şerif ile son belgeyi konuşurken ilginç bir anekdot anlattı. El Cezire yönetimi tek kelimeyle bıkmış. Şerif'in editörü "Bu nasıl ülke anlamadım. Darbe günlükleri, muhtıralar, e-bildiriler, davalar, eylem planları. Türkiye'den gelen tüm haberler böyle" diye şaşkınlığını yansıtmış. Şerif "ne yapalım gündem böyle" dese de editörü kararlı bir şekilde "İstemiyorum böyle haberler. Ne zaman normal bir şeyler olursa o zaman haber yaparsınız" demek durumunda kalmış.

Acaba bir televizyon yapımcısı hepimizi Truman yaptı da bunun farkında olmadan kendi hayatımızı yaşadığımızı mı zannediyoruz?

Yeni Şafak yazarı arkadaşım Mehmet Şeker'den alıntı yapmalıyım bu noktada:

- Yavru balık annesine sormuş: "Deniz nedir anne?" Günün birinde böyle bir soruyla karşılaşacağını hesap etmemiş olan anne balık cevap vermiş: "Valla yavrucuğum, hep söylenir, çok duydum ama ben de bugüne kadar hiç görmedim."

Bu ülkenin insanları "Obama ne yapmak istiyor", "İran'da ne oluyor", Berlusconi neden azdı", "Kuzey Kore kimi tehdit ediyor" benzeri sorulara cevap ararken, bir türlü "Biz bu kısır döngüden neden çıkamıyoruz" sorusuna cevap aramayı düşünmüyorlar.

***

Kim bize benzer?

Diyelim ki "Derin Devlet" laiklik tehlikede olduğu için "böyle şeyler" yapmak hakkını kullanıyor.

Peki ama Adnan Menderes veya Süleyman Demirel de mi şeriatı getirmek istedikleri için devrildiler?

Bülent Ecevit veya Deniz Baykal laikçi ve Atatürkçü değil miydiler de, bu nedenle onlar da "Siyasi Yasaklı" oldular 12 Eylül döneminde?

Tamam... Biz bize benzeriz...

Peki ama Tayland, Nijerya, Şili, Cezayir gibi ülkeler de bize benzemek için mi zaman zaman darbelere sahne oluyorlar?

Hani adama "Hiç âşık oldun mu" diye sormuşlar... O da "Tam âşık oluyordum, üstümüze jandarma geldi" demiş ya...

Bu hikâye hep böyle mi sürmeli?

Üç tarafı denizlerle çevrili bir "Seahaven" mi bu ülke yani?

Mehmet Barlas, Sabah, 24 Haziran 2009

25.06.2009


Cezaevlerine bakın!

Bir ceza hukuku profesörünü dinliyorum: -Cezaevlerinde yaşananlar ne insanlığa sığar ne Müslümanlığa diyor. Ranzalar önce iki katlıydı. Sonra duyarlı cezaevi müdürleri, bir üçüncü kat yaptılar. Ama yine kafi gelmedi. En alta sünger serip, insanları oraya yatırmaya başladılar. Tutuklu veya mahkum oraya, yuvarlana yuvarlana girebiliyor. Bazı yerlerde ise aynı yatakta iki kişi yatıyor.

Ne bu?

Bu insanlık mı?

Dün Taraf gazetesinde, Urfa ile ilgili bir haber vardı. Benzeri manzaralar, Urfa Cezaevi'nden de naklediliyordu. 450 kapasiteli cezaevinde 866 tutuklu ve hükümlü kalıyor, 6 kişilik odalara 20 kişinin sokulduğu bildiriliyordu.

Evet, insanlık mı bu?

Mustafa Arısüt'ün yazı dizisinde bir gardiyanın sözleri de yer alıyor:

-Bazı geceler inleyen ve bağıran tutukluların sesinden rahatsız oluyoruz.

Yani "Uykumuz kaçıyor" demek istiyor gardiyan.

Ah bu cezaevleri...

Tutukludan, sanıktan, şüpheliden terörist üreten mekanizmalar.

Bunun en vahşi örneği 1980'lerin Diyarbakır Cezaevi idi.

Şimdilerde birçok cezaevi, belki Diyarbakır mekanizması gibi değil, ama sadece vahşi barınma şartları sebebiyle suçlu üretmek için birebir özellikler taşıyor.

"Teröre destek" suçlaması ile bu cezaevlerine düşen çocuk yaşta sanıkları düşünün bir; bu yapının içinden ne halde çıkarlar?

Ama, asıl sorun cezaevlerini böylesine tıka basa dolduran yapıda.

Verilen istatistikler şunu gösteriyor:

-Şu an cezaevlerinde bulunanların yüzde 60'tan fazlası tutuklu, yüzde 40 kadarı da hükümlülerden oluşuyor. (Bir rakam şöyle: 43 bin hükümlü, 70 bin tutuklu.)

Bu rakam, Batı ülkelerinde yüzde 80 hükümlü, yüzde 20 tutuklu şeklinde ortaya çıkıyor.

Ne olmuş?

Bir suç isnadı ile tutuklamışız, bazen dava açılıncaya kadar yıllar geçmiş, bazen dava açılmış aylarca yıllarca sürmüş ve sonunda söz konusu kişinin suçsuz olduğu anlaşılmış.

Adalet Bakanlığı sırasında Cemil Çiçek'in Hukuk Fakültesi mezunlarına yönelik eleştiride bulunurken söylediği bir sözü mealen hatırlıyorum: Açılan davaların büyük kısmının yanlış açıldığı anlaşılıyor demişti.

Son durumu değerlendiren ceza hukuku profesörünün tespiti şöyle oldu.

-Polis şüpheden suç üretmeye yatkın bir halet-i ruhiye içinde. Ama daha kötüsü, yargının, polisten gelenleri, polis mantığı ile değerlendirip hemen tutuklamaya yönelmesi...

Bunun sonucunda tutuklu sayısı habire şişiyor.

Öğrendiğime göre Adalet Bakanlığı'ndan cezaevi savcılarına, "Bu tutuklu sayısını nasıl eritebiliriz?" gibi sualler gelmekteymiş.

Oysa cezaevi savcısının bu konuda yapabileceği bir şey yok. Çünkü o, sonuçlarla ilgili, insanları cezaevine sürükleyen süreçle değil.

Sorun toplumsal yapıdaki sancıdan kaynaklanıyor olabilir. Böyle bir toplumsal sancının varlığı gözardı edilemez.

Muhafazakar değerleri önemseyen bir iktidarın, "suç zemininin büyümesi" olgusunu da önemle değerlendirmesi gerekiyor.

Ama öte yanda kolluk kuvvetlerinin psikolojisinde ve yargı sürecinde sorunlar varsa, ki var olduğu gözleniyor, oraların da yeniden ve dikkatle ele alınıp incelenmesine büyük ihtiyaç var.(...)

Uzun süre tutukluluk yaşayan ve sonunda beraat eden bir insanın uğradığı haksızlığın bedelini kim ödeyecek?

Bunun bir "Kul hakkı" boyutu yok mu?

Ve bundan, bu işi daha insani hale getirmekle yükümlü olan son karar mercilerinin payına vebal düşmez mi?

Ne diyebilirim?

Sayın Ergin ve Sayın Atalay, diyelim Urfa veya Konya cezaevine gitmeli ve manzarayı görmeli. "O ortamda insan yaşar" hükmü veriyorlarsa, evlerine dönmeli ve rahatça uyku uyumalı.

Değilse, "Tutukluların iniltisinden uykumuz kaçıyor" diyen gardiyanın ruh azabını paylaşmalı.

Hele şu çocuklar, diyorum yine.

Gösterilere katılmaları "Terör suçu" içine sokulup bilmem kaç yılla yargılanan çocuklar.

Diyorum ki, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın, Hakkari'ye gidip, çocuklarla şakalaşması da bir yöntemdir. Bunu en iyi Başbakan Erdoğan bilir. Bir yeni çığır açmalı. Çocukları sokakta taş atarken yakalayıp, önce nezarethaneye, sonra cezaevine göndermek yerine bir başka platformda, onları suç ikliminden kurtarmayı denemeli.

Bunca devlet, bunca ana baba, bunca eğitimci, bunca psikolog, PKK oyununu bozamıyorsa herkese yazık.

Filozof Beydeba diyor ki:

-En kötü hukuk, suçsuzu korkutan hukuktur!

Ahmet Taşgetiren, Bugün, 24 Haziran 2009

25.06.2009


Burası garip bir memleket Burası garip bir memleket Burası garip bir memleket

Devletle toplum arasında, cumhuriyet kurulduğundan beri süren bir gerginlik ve güvensizlik var.

Devlet kendini haksız bir şekilde “toplumun üstünde ve toplumdan bağımsız” bir konuma yerleştirdiği için sürekli bir tedirginlik içinde yaşıyor.

Topluma hizmetle görevli bir örgüt olduğu halde kendini “toplumun efendisi” olarak kabul ettirmeye çalışması her şeyi temelinden bozuyor.

Bu bozukluğu gözlerden saklamak, insanların devletin konumunu sorgulamasını, bu saçmalığı anlamasını önlemek için de “kutsal tabular” yaratıyor.

Bu tabuların “en büyüğü ve en kutsalı” da Atatürk.

Her yere Atatürk’ün heykelleri dikiliyor, havaalanlarına, caddelere, meydanlara onun adı veriliyor, çocuklara sürekli onun “büyüklüğü” öğretiliyor, devlet erkânı her lafa “ulu önder” diyerek başlıyor, “onun ilke ve inkılâpları” tek yol gösterici olarak kabul ediliyor.

Bu, normal bir ülkede olabilecek bir iş değil.

Bir ülkenin bütün varlığı “tek bir adama” indirgenemez.

Ayrıca birçok insan Atatürk’ün “ilke ve inkılâplarını” kendine yol gösterici olarak kabul etmiyor bugün, altı oktaki “devletçiliği” benimseyen çok az insan olduğu gibi Atatürk’ün “ilkeleri” arasında bulunmayan “demokrasiyi” isteyen de çok insan yaşıyor bu ülkede.

Demokrasi isteyen biri, “umdeleri” arasında demokrasi bulunmayan bir tarihî şahsiyeti nasıl “tek ölçü ve tek önder” olarak kabul edebilir?

Atatürk’ü kendi tarihsel rolü içinde saygıyla anmak, onu bu ülkenin tarihindeki önemli yerine yerleştirmek yerine bugünkü yapının çarpıklığını, anlamsızlığını “onun isminin arkasına” saklamaya çalışmak sonunda her şeyi saçmalaştırmaya başlıyor.

Latinlerin dediği gibi “zehiri yapan dozdur.”

Siz yetmiş yıl önce ölmüş birini 2009 yılında “tek ve tartışılmaz ölçü” olarak sunduğunuzda, herkesin de bunu kayıtsız şartsız benimsemesini istediğinizde, her lafın başına, her tartışmanın içine Atatürk’ü yerleştirdiğinizde iş şirazesinden çıkar.

Sık sık da çıkıyor zaten.

Geçenlerde on dört yaşında bir öğrenci, derste herhalde arkadaşlarını güldürmek için Atatürk’ün resmini göstererek “her şey bu inek yüzünden oluyor” demiş.

Saygısızca ve zırzopça bir laf.

İyi de oğlan on dört yaşında, tam zırzopluk çağında.

Siz “Atatürk, Atatürk” diye bastırınca bir yerinden çatlıyor ilişkiler ve böyle saygısızlıklarla da karşılaşıyorsunuz.

Yapılacak iş, çocuğa iyi bir nasihat çekmek, “saygısızlığın” kötü bir özellik olduğunu öğretmek, hadi bilemedin disiplin kuruluna gönderip ona eğitim sistemi içinde bir ceza vermek.

Peki, biz ne yapıyoruz?

Çocuğu mahkemeye veriyoruz.

Saçmalık en tepeden başladığı zaman böyle dalga dalga yayılıyor işte.

Allahtan yargıç halden anlar, aklı başında bir adammış, “çocuğun kötü niyeti yok, kendince şaka yapmaya kalkışmış” deyip oğlanı beraat ettirmiş.

Ama işin peşini bırakmamışlar.

Dava Yargıtay’a gitmiş.

Yargıtay “beraat” kararını bozmuş.

Çocuk, üç yıl hapisle yeniden yargılanacak şimdi.

On dört yaşında bir çocuktan bahsediyoruz.

Bu devlet sistemi, “kendinde bir kusur” olmadığına mutlak bir şekilde inandığından kendine benzemeyen her vatandaşını cezalandırmak istiyor.

İş çocuklara kadar geldi dayandı.

“Slogan attılar” diye çocukları “örgüt üyeliğinden” yargılayan bir devlet, Atatürk hakkındaki manasız bir lafı da “büyük suç” sayıyor.

Kendi toplumuyla didiştiği yetmedi, şimdi de çocuklarla didişiyor bu sistem.

Bakın, bir sistem “slogan attı, şaka yaptı” diye çocukları mahkemelere doldurmaya başladığında artık o sistemin sonu gelmiş demektir.

Bu saçmalıkların, bu manasız baskıların, bu gereksiz yasakların, bu bunaltıcı ve sıkıcı tabuların miadı doldu.

Sistem kendisi için en tehlikeli noktaya, “gülünç” olma noktasına geldi.

Siz, “gülünç” bir sistemin varlığını sürdürebildiğini hiç gördünüz mü?

Ahmet Altan, Taraf, 24 Haziran 2009

25.06.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.