27 Haziran 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Orduyu kim yıpratıyor?

Van’ın Özalp İlçesi’nde 30 Temmuz 1943’te kaçakçılık suçlamasıyla gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılan 33 kişi, Org. Muğlalı’nın emriyle kırsal bölgeye götürülmüş ve kafalarına kurşun sıkılarak öldürülmüştü.

Ahmet Arif ‘33 kurşun’ adlı efsane şiirinde bu hazin hikáyeyi anlatır...

Orgeneral Mustafa Muğlalı 1949’da askeri mahkemede yargılandı, 33 kişinin ölümünden sorumlu tutularak idama mahkûm edildi.

Ancak daha sonra Yargıtay kararı bozup Orgeneral Muğlalı’nın cezasını 20 yıl ağır hapis cezasına indirdi. Muğlalı paşa, 1951 yılında cezaevinde öldü.

Bu olayın meydana geldiği Özalp’taki Jandarma Hudut Tabur Komutanlığı’nın adı ise 6 Mayıs 2004’te ‘Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası’ olarak değiştirildi.

Ordu’yu kim yıpratıyor?

* * *

Öldürülen 33 kişinin yakınları çok uzun süre idari mahkemelerde ‘Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası’ adının değiştirilmesi için hukuksal savaş verdi... Ama anlaşılan bağımsız yargı bu başvuruları ve çabaları ‘yerinde’ bulmadı.

Gazetelere bakarken...

Van’ın Özalp Belediye Başkanı DTP’li Murat Durmaz’ın, 1943 yılında öldürülen 33 kişinin anısına Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası’nın karşısına anıt yapılacağını açıkladığını gördüm.

Belediye Başkanı Durmaz, ‘anıtın içinde isteyen ziyaretçiler mum yakıp, anıtın dikili olduğu park alanına fidan dikebilecek. Bir daha böyle bir katliam olmaması için bu anıt bir sembol olacak’ diyor...

Ordu’yu kim yıpratıyor?

* * *

Gene gazetelere bakarken gördüğüm bir haber de şuydu:

Diyarbakır’da 7. Kolordu Komutanı Korgeneral Bekir Kalyoncu, DTP’li belediyenin 5 katlı binaya 8 kat ruhsatı vermesine ‘kızarak’ inşaata ‘güvenlik şerhi’ koydurtmuş...

Milli Savunma Bakanlığı (MSB) aracılığıyla belediyeye dava açan Kalyoncu, dava idare mahkemesinde sonuçlanıncaya kadar inşaatı da mühürletmiş...

Binanın müteahhidi olan Diyarbakır Ticaret Odası Başkanvekili Remzi Durmaz, inşaata ilk iznin 1997’de dönemin Kolordu Komutanı eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt tarafından yazılı olurla verildiğini, Büyükanıt’tan sonra görev yapan Korgeneral Cahit Sarsılmaz’ın da belediyeden ruhsat alınması için kendisine moral destekte bulunduğunu söylemiş...

MSB’ye, 10 gün önce arsa sahibiyle birlikte başvurduğunu kaydeden Durmaz, binanın kamulaştırılmasını veya güvenlik şerhinin kaldırılmasını istemiş...

Durmaz, iç hukuk yollarının tükenmesi durumunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceklerini kaydetmiş...

Ordu’yu kim yıpratıyor?

* * *

Genelkurmay Harekát Başkanlığı’nca hazırlandığı iddia edilen ve hem Ergenekon savcıları hem de Genelkurmay Askeri Savcılığı’nca soruşturulan, Albay Dursun Çiçek imzalı belgenin şu ana kadar orijinali bulunamadı.

Ancak, hem Emniyet hem de Jandarma Kriminal Laboratuvarı, bu belgedeki imzanın gerçekliğini fotokopi üzerinden araştırdı ve savcılığa ‘imza, Çiçek’in diğer imzalarıyla örtüşüyor’ yönünde görüş bildirdi. Buna aynı mealdeki Adli Tıp Raporu da eklendi...

Medyadaki ‘TSK gazetecileri’ emir_komuta zincirindeki konumlarına uygun olarak olayı ört bas etmeye çalışsa da, kamuoyu 14 gündür sesi soluğu çıkmayan Genelkurmay’dan ciddi ve inandırıcı bir açıklama bekliyordu...

Ne oldu?

Dağ fare doğurdu...

Genelkurmay, Albay’ın savcılık tutanağına attığı imzanın bugüne kadar attığı imzalardan neden ‘farklı’ olduğunu bile merak etmeden ‘takipsizlik’ verdi...

Ordu’yu kim yıpratıyor?

* * *

Suçlanan...

Medyaya yasak koyan...

Soruşturmayı yapan...

Ve takipsizlik veren hep aynı kurum.

Böyle ‘hukuk’ olur mu?

Buralarda evrensel hukuk yürürlükte olsa...

Askeriyenin aklına suçsuz insanları kurşuna dizen generalin adını kışlaya vermek gelir miydi?

Veya darbeciler ve cuntacılar demokrasiye ‘tankla’ balans ayarı yapabilir miydi?

Orduyu kim yıpratıyor?

Star, 26.6.2009

Mehmet Altan

27.06.2009


Adalet ne sulu bir şakadır, ne de intikam

TÜRKİYE’de darbelere karşı uyanan bilinç, ilk kez kendi geçmişimizle yüzleşme fırsatını yarattı.

Bu fırsatı kaçıramayız.

Baykal’ın Anayasa’nın 15’inci maddesini kaldırma teklifi bir fırsattır.

Eğer yaşadığımız süreç gerçekten bir demokratikleşme süreci ise birileri susturulurken başka bir tezgáha su taşıyan bir düşünce iklimi için toplumsal mühendislik amaçlanmıyorsa bu fırsat mutlaka değerlendirilmeli.

Tarihin dokunulmazlığı olamaz.

Darbelerin de.

Belki yirmidokuz yıl önce demokrasi kavrayışı bu noktaya ulaşmamıştı, bugün ise darbelere karşı Türkiye’de geniş bir uzlaşma zemini olduğu kesin.

***

BİR toplum, darbelerin insan yaşamlarında açtığı yaraları görmezden gelerek, hayatları altüst olan insanların ve yakınlarının yanıtsız bırakılmış sorularını yok sayarak gerçek demokrasiye ulaşamaz.

Unutmak, demokratik bir çözüm değildir.

Darbe dönemlerindeki baskıların, insan hakları ihlallerinin, işkence ve faili meçhullerin nedenini öğrenmek zorundayız.

Gerçeği öğrenmek, sadece darbe dönemlerinde baskıya uğrayan, işkence gören, cezaevlerine gönderilen, susturulan insanların hakkı değildir.

Birleşmiş Milletler’in 2 Ekim 1997 tarihli “İnsan hakları ihlalleri faillerinin dokunulmazlıkları” başlıklı belgesinde de belirtildiği gibi, geçmişte yaşananları sorgulama ve bilme hakkı toplumsal bir hak.

Çünkü toplumlar sadece başarıları, zaferleri ile tanımlanamazlar.

Yaşadıklarımız, acılarımız, travmalarımız, çektiklerimiz de ulusal mirasımızın bir parçasıdır.

Acıların yaşandığı o dönemleri bilmek toplumun hakkı.

Bir daha tekrarlamamak, tekrarlanmasına fırsat vermemek için.

Darbe dönemlerinin sorgulanması işte bu yüzden hukuk devletinin sorumluluğudur.

***

CHP Lideri Deniz Baykal’ın Anayasa’nın geçici 15’inci maddesinin iptali için harekete geçmesini bu açıdan önemsiyorum.

Her fırsatta darbelere karşı olduğunu söyleyen Başbakan Erdoğan’ın bu girişimi “sulu şaka” olarak nitelemesini ise yadırgıyorum.

Oysa, bu ülkenin Başbakanı olarak darbelerin ve 28 Şubat dahil darbe girişimlerinin hesabını sormak öncelikle onun sorumluluğunda. Bu süreci Başbakan başlatmayacaksa kim başlatacak?

Baykal’ın önerisi karşısında beni en çok şaşırtan bazı meslektaşlarımın yorumları oldu. Bu girişimi Ergenekon’un ordu içindeki mücadelesine bağlayanı da oldu, hükümeti sıkıştırma amaçlı komplo teorisi üretenleri de.

Hem darbe karşıtı olduğunu söyleyeceksin hem de darbelerin hesabının sorulması için ortaya çıkan fırsatı karartmaya uğraşacaksın, böyle demokratlık, böyle “sululuk” olur mu?

CHP’nin amacı ne olursa olsun madem doğru bir öneri getirmiş, yapılması gereken bu önerinin daha ileri bir aşamaya taşınmasını sağlamak değil midir?

***

DOKUNULMAZLIK zırhları yaratarak darbe mağdurları ve ailelerinin acılarını zamanın tesellisine havale edemeyiz.

Ama yüzleşme süreci de bir intikam süreci anlamına gelmemeli. Adalet ile intikam bağdaşmaz. İntikam, insan hakları ve demokrasi kavramlarına taban tabana zıttır. Demokratik toplumlar, acılarıyla yüzleşmenin kendilerine en uygun yöntemlerini bulabilirler. Yeter ki uzlaşma zemini sağlansın.

Hürriyet, 26.6.2009

Ferai Tınç

27.06.2009


Çanlar kimin için çalıyor?

Doğrusu Askeri Savcılığın açıklaması beni hiç şaşırtmadı. Asıl “bu belgenin karargâhta hazırlandığı ve altındaki imzanın Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu yönünde kuvvetli şüpheler bulunduğundan...” deseydi şaşırır ve askeri yargı konusunda önyargılı olduğumu kabul ederek biraz mahcup olurdum.

Ne var ki Askeri Savcılık bizi yanıltmadı. Ve böylece “İrticayla Mücadele Eylem Planı”nda yeni bir aşamaya geldik.

Bugün geldiğimiz aşamada artık Genelkurmay’ın ya da askeri yargının ne yapacağı değil, siyasetin ve adli yargının ne yapacağı önemli.

Askeri Savcılığın açıklamasıyla birlikte belgenin sahte olduğu kanıtlanmış gibi davranan ve “Hadi artık Genelkurmay göstereceğini göstersin” diye tempo tutanlara pek acele etmemelerini öneririm.

Nihayetinde karşımızda üç ayrı kriminoloji laboratuvarının “aynı elin mahsulüdür” mealinde raporu var. Evet, fotokopi belge üzerinde yapılan imza tespitlerinin hüküm için geçerli olmayacağı yönünde oluşmuş içtihat var hukukumuzda. Ama soruşturma derinleştirildiğinde bu belgeyi destekleyen başka kanıtlara ya da tanıklara ulaşılması da pekâlâ mümkün. Mesela; benim aklıma Taraf Gazetesi’ne demeç veren şu emekli orgeneral geliyor; hani şu “Böyle bir çalışmanın yapıldığını Ocak 2009’dan beri biliyordum. Hatta İlker’i (Başbuğ) de bu konuda uyardım. Dikkat et, tehlikeli işler yapılıyor dedim. O da bana merak etme dedi” diyen orgeneral... İsmini gizli tutmaktan vazgeçip Ergenekon savcılarına ifade vermeye karar vermesi ihtimal dahilinde olamaz mı? Ya da bu oluşumdan haberdar olan; artık bu “kol kırılır yen içinde kalır” geleneğinin orduyu yıpratmaktan başka işe yaramadığını düşünen; gerçeklerin ortaya çıkmasını arzu eden başka yurtsever ve demokrat subaylar neden çıkmasın ki?

Ayrıca Dursun Çiçek, Ergenekon savcılarınca sorgulandığında, eğer böyle bir belgeyle hiç ilgisi yoksa, askeri savcılıkta neden her zamankinden farklı bir imza attığını nasıl açıklayacak, onu da merak ediyorum. Öyle ya; bir insan durduk yerde neden imzasını değiştirir ki? Bunlar hukuki sürece ilişkin değişik ihtimaller. Sonuçta yargı süreci bir noktada delil yetersizliğinden tıkansa bile, bu sonuç kamuoyu vicdanında oluşan kanaati ve olayın siyasi etkilerini ortadan kaldırmayacaktır.

Olayın tetiklediği siyasi süreç, hukuki süreçten çok daha önemlidir.

AK Parti iktidarı bu vesile ile askeri vesayet rejimiyle uzlaşmanın sonu olmadığını; ordu yönetiminin bu vesayet rejimini gönüllü biçimde sonlandırmayacağını; meselenin “iyi niyetli” komutanlarla teke tek görüşmeler ve uzlaşmalarla halledilemeyeceğini görmüş olmalıdır.

Mesele, bütün bu andıçların, muhtıraların, lahikaların, darbe planlarının zeminini oluşturan askeri vesayet rejiminin sonlandırılmasıdır. Böyle bir demokratikleşme seferberliğinin ilk halkası ise yeni bir anayasa olmalıdır.

Bundan yedi ay kadar önce yazdığım bir yazıda, “Anayasa değişikliğini yeniden gündeme getirmenin zamanı mı?” sorusunu sormuş ve kendi cevabımı şöyle vermiştim: “Özbudun Taslağı etrafında oluşan mücadele, sivil siyasetle bürokratik devlet iktidarı arasında bir bilek güreşiydi ve ne yazık ki sivil_asker bürokrasi ittifakının “zaferiyle” sonuçlandı. Şimdi sorarım size: O günden bugüne güçler dengesinde hiçbir değişiklik olmamışken, sivil siyasetin bileğini büken güçler dengesi aynen sürerken, aynı denemeyi bir kez daha yapmak kendi kendini yenilgiye mahkûm etmek değilse nedir? Ve yeni bir yenilgi toplumun moralini bozmaktan, değişim umudunu yıpratmaktan başka ne işe yarar? (...) O yüzden diyorum ki, yeni deneme ancak güçler dengesi değiştiği, yeni bir güçler dengesi oluştuğu zaman yapılmalıdır. Güçler dengesinin değişmesi ise ancak toplumun daha geniş bir kesiminin sivilleşme ve demokratikleşme isteyen cepheye aktif destek vermesi ile olur.”

Bu yazının yazılmasından yedi ay sonra bugün, ben yukarıda sözünü ettiğim güçler dengesinde ciddi bir değişim görüyorum. Son olay askeri vesayet rejimi konusunda halkın bilincinde ciddi bir sıçrama yarattı. Geniş kitleler artık gün aşırı karşılarına çıkan bu suç belgelerinden, muhtıralardan, planlardan, darbe komplolarından bıktı usandı. Ordunun siyasetten elini çekmesi isteği küçücük bir azınlık dışında toplumun genel bir talebine dönüşmüş durumda.

Akıllı bir iktidar kamuoyunda esen bu değişim rüzgarını derhal hissedebilen ve bu rüzgarı arkasına alarak harekete geçebilen iktidardır. Şu anda zaman, siyasi iktidarın kendi iktidar alanına sahip çıkarak ve halkı arkasına alarak, askeri vesayet rejiminin kaynaklarını kurutacak bir Anayasa değişikliği hareketini başlatma zamanıdır.

Hükümet Anayasa değişikliği için gereken konsensüsü Meclis’teki partilerle aramaktan çok toplumla aramalı, gerekirse referanduma gitmekten de çekinmemelidir.

İktidarın başına örülmeye çalışılan çoraplar ortada ve saflığın gereği yok. Yakında duyacağımız çan sesleri ya askeri vesayet rejimi için olacak; ya da meşru hükümet için...

Bugün, 26.6.2009

Gülay Göktürk

27.06.2009


‘Gerçek’lerden kaçış yok...

Askeri Savcılık’tan ‘hukuk’ ve ‘adalet’ çıkmayacağını daha önce yazmıştım. ‘Askeri Savcılık’a güvenilemeyeceğini gerekçeleriyle açıklamıştım. ‘Belge’ konusunda verdiği hüküm, kullanılan her türlü ‘hukuki laf kalabalığı’na rağmen bu kanaatimizi teyid etti.

‘Belge’ gerçek mi, sahte mi tartışmasına konu. Türkiye’de süregelen siyasi mücadelenin tarafları, mücadele aldıkları pozisyona göre ‘Belge’nin gerçek ya da sahte olmasını temenni ediyorlar, etmekle kalmayıp gerçek ya da sahte olduğunu iddia ediyorlar.

‘Askeri Savcılık’ın verdiği hüküm, Genelkurmay’ı bu kapanmamış tartışmada ‘siyasi taraf’ durumuna oturtuyor. Genelkurmay, ‘Belge’nin ‘sahte’ olduğu imasıyla bizzat Başkanı’nın ağzından daha işin en başından açıklama yapmıştı. Genelkurmay Başkanı, açıklamasını, ‘Askeri Savcılık’ın hiç inandırıcı olmadan, hukuki eleştirileri davet eden, konuyu doğru dürüst araştırmadan verdiği sinyallere dayandırmıştı.

‘Askeri Savcılık’ın önceki gün verdiği ‘hüküm’ün ‘Belge’nin ortaya saçılmasından hemen sonra yaptığı açıklamadan özü itibarıyla hiçbir farkı yok. Tek fark, sözcük adedinde ve ‘hukuki sos’a bulandırılarak sunulmasında.

Nitekim, ‘Belge sahtedir’ temennisinde olan kesim, ‘Askeri Savcılık’ hükmünün üzerine hemen atıldı. CHP adına yapılan açıklamaya bakın; Grup Başkan Vekili Hakkı Süha Okay, “Bu sahte belgeyi kim imal etti?” diye soruyor. ‘Belge’nin sahte olduğunu çoktan belirlemiş bile. “Kim sahte belge ile kurumlar arasında gerginliğe neden oldu? Kim yandaş medya kuruluşuna servis etti ve Türkiye’nin gündemini meşgul etti?” diye sorularını sürdürüyor.

Kim size ‘Belge’nin ‘sahte’ olduğunu söyledi?

‘Askeri Savcılık’ın verdiği hükümden böyle bir sonuç çıkıyor gerçi ama bir de biz soralım, ‘Niçin Askeri Savcılık’a inanıyorsunuz?’

***

Biz inanmıyoruz. İnanmamız için yeterince sebebimiz var?

1998 Andıç’ının sorumluları hakkında, ‘Askeri Savcılık’ın kovuşturma yaptığını duydunuz mu?

Üstelik, Genelkurmay onu itiraf etmişti. Hatta bir eski Genelkurmay Başkanı daha çok kısa bir süre önce, o Andıç’ın yanlış olduğu söyleyip özür dilemişti.

Özür yetmez. O ‘Andıç’ bir suçtu, peki Genelkurmay o suça ilişkin olarak ne yaptı bugüne dek.

Dahası var. Bugünlerde tartışılan ‘Belge’nin altındaki imzasının sahte olup olmadığı tartışılan Deniz Kurmay Albay, Sivil Toplum Örgütleri’yle ilişkili utanç verici ve 2006 tarihli bir başka ‘Andıç’ın altına imzasını atmıştı.

O ‘Belge’nin ve altındaki imzanın gerçekliği, sahteliği hiç tartışılmadı. 2006 STK Andıç’ı ve imza sahibi Albay Dursun Çiçek ve o andıçın hazırlanmasında sorumlu komutanları hakkında ne gibi bir işlem yapıldı?

Hiç.

Yine basına düşen o meşhur ‘Lahika’nın akıbeti ne oldu? Sorumlularına ilişkin bir yaptırım uygulandı mı?

Hayır.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Albay Dursun Çiçek, şu son ‘Belge’ye ilişkin ‘Askeri Savcılık’ta verdiği ifadede, bugüne dek attığı imzalardan çok farklı bir imza attı. ‘Askeri Savcılık’ nedense ‘imza sahtekârlığı’ diye nitelendirilmeye uygun davranış üzerinde hiç durmadı.

Hukukta ‘karine’ diye bir ‘ilke’ vardır; geçmiş tecrübe, askeri otorite bünyesinde şu son ‘Belge’ gibi ‘çalışmalar’ yürütüldüğünü ortaya koyuyor. Albay Dursun Çiçek’in ‘andıçlar’ ile ‘sıhriyeti’ de ortada. Bütün bunlar, ‘Askeri Savcılık’ tarafından hiç nazar_ı itibara nedense alınmıyor.

Bütün bunların sonucu olarak, ister istemez, Genelkurmay’ın bu ‘Belge’ konusunu kapatmak gibi bir davranış içine girdiği izlenimi birçok insanın kafasına şimdiden yerleşmiş durumda.

Bu davranışın Genelkurmay’ın kamuoyu nezdinde hayli yara almış inandırıcılığını daha da yaraladığını görmek gerekiyor. Genelkurmay Başkanı, ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesine bağlı bir askeri otoriteyi oluşturmak için eline geçen fırsatı kullanamamışa benziyor.

Radikal, 26 Haziran 2009

Cengiz Çandar

27.06.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.