Basından Seçmeler |
Muhtıralar da bir kâğıt parçasıdır!
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un dünkü basın toplantısı, Türkiye’nin sivil-asker ilişkisi konusunda alması gereken mesafenin uzunluğunu bir kez daha ortaya koydu. Üslup açısından, kendini kanunlara bağlı ama birçok konuda fazla bağımsız hisseden bir kurumun temsilcisi olarak konuştu. Azarlayıcı, düzen verici, hizaya getirici bir tona sahipti, Silahlı Kuvvetler’le ilgili tartışmalara bir son verme çabası içindeydi. Demokratik bir ülke genelkurmay başkanına uymayan bir tarzı vardı. İkincisi Silahlı Kuvvetler’in yakın geçmişini görmezden, bilmezden gelen bir tavır içindeydi. Sürekli olarak ‘hukuk ve demokrasiye bağlılılığı’ vurguladı ama kendisi de komuta kademesindeyken bir 27 Nisan e-muhtırası verildiğini unutmuş göründü. Buradan Başbuğ’un bu muhtırayı hukuki ve demokratik teamül içinde bulduğu sonucunu çıkarabilir miyiz, bilemiyorum. Üçüncüsü, toplantının tamamiyle askeri niteliğiydi. Bu ülkenin bir Milli Savunma Bakanı var mı, varsa ne iş yapar sorusunu akıllara getirdi. Dördüncüsü, bu Silahlı Kuvvetler’in bir kaç darbe yapıp başbakan asma gibi bir geçmişi olduğunu bilmez bir tavır içindeydi. Bütün bu nedenlerle inandırıcılık sorunu içindeydi. Toplantının içeriğine gelince, daha ilk günden belgeyle ilgili bir kanaat açıklamış olan askeri savcılığın kararını, yeni bir delil veya belge çıkmazsa nihai hüküm olarak niteledi. Bu tavrıyla hem AK Parti’nin yaptığı suç duyurusunu inceleyecek olan savcının, hem de Ergenekon savcılarının yetki alanını çizme yetkisini bir çırpıda üstlenmiş oldu. Burada amaç, sözkonusu belgeyi hazırladığı iddia edilen Albay Dursun Çiçek’in hem bu belge, hem de Başbuğ’un basın toplantısında geçiştirdiği ilk andıç konusunda sorgulanmasını önleme çabası gibi geldi bana. Ancak, Ergenekon Savcısı öğleden sonra yaptığı çağrıyla bu hamleyi tamamen boşa çıkarmış oldu. Böylece Türkiye’de bir başka ilke daha tanıklık ettik. Sivil savcılara, bu belgenin kim tarafından ve ne amaçla hazırlanmış olduğunu bulma görevi verdi. Böyle bir tavrın hukukiliğinin tartışmaya çok açık olduğu kesin tabii ki. Bu işin hukuk devleti, demokrasi olma yönünü ilgilendiriyor. Ancak Başbuğ, çok sinirli olmasına, kimi sözcüklerin altını çizmek için sık sık ‘ya-pa-maz’ gibi heceleme yöntemine başvurmasına rağmen, sivil iktidarla ilişki konusunda çok dikkatli bir dil kullandı. Bir yerde özel olarak üretildiğine inandığı açık bir şekilde görünen Başbuğ, bu konuda polis teşkilatına işaret ederken bile İçişleri Bakanlığı ile çatışmaya girmemeye özen gösterdi. Başbakan Erdoğan Brüksel’de Avrupa Birliği üzerine konuşurken böye bir tavır alması, Türkiye’yi uluslararası arenada çok güç duruma sokardı, bu açıdan bu tavır çok isabetli oldu ve gerilimin başka bir noktaya çıkmasını engellemiş oldu. Evet, Türkiye Başbuğ’un da altını çizdiği gibi gibi, zor bir coğrafyada. Ama bu gerçeği sadece sivillerin görmesi yetmez, askerlerin de görmesi gerekir. Toprak altından sürekli silahların çıktığı, generallerin sürekli darbe planladığı bir ülkenin böyle bir coğrafyada başarılı olması zordur. Gözaltındaki şüphelilerin subaylar tarafından ensesine kurşun sıkılarak infaz edildiği, bağımsız denilen askeri yargının bu olayları görmezden geldiği, davaların yıllar sonra sivil savcılar tarafından açılabildiği bir ülkede, bir kağıt parçasının bu kadar enerji harcatması doğaldır. Emekli bir orgeneralin başbakana yönelik bir suikast belgesiyle ilgili olarak yargılandığı bir ülkede, böyle bir belgenin kıyamet koprmasından daha normal bir şey olamaz. Başbuğ, sözkonusu belge için sürekli ‘kağıt parçası’ deyimini kullandı. Unutmamak gerekir ki, arkasındaki silahlı güç olmadıkça tüm muhtıralar da bir kağıt parçasından ibarettir. Onları belge yapan, tanktır, tüfektir.
Star, 27 Haziran 2009 |
Ergun Babahan 28.06.2009 |
Başörtüsü müsabakası
Başörtülü Mahinur Özdemir’in Brüksel bölge parlamentosuna seçilerek Meclis’te yemin etmesini “Avrupa’nın özgürlük algısı budur işte, bir de sizinkine bakın” türü bir kıyasla haberleştirmeyi, alttan alta, müstehzi kıvrımlar eşliğinde “Şiştiniz mi?” göndermelerinde bulunmayı, doğrusu anlayabiliyorum. Anlayabiliyorum, çünkü başörtülü vekil yemin edemesin diye, başörtülü genç kız okula giremesin diye, başörtülü doktor çalışamasın diye ve hatta başörtülü bir kadın Başbakan eşi olamasın diye memleketin altını üstüne getirmiş, yeri yerinden oynatmış olan main stream medya, pekala haber değeri olan “Belçika’nın başörtülü vekili” mevzuunu görmemezlikten gelmekten, en azından geçiştirmekten yana. Yani ki, ilerici görünümlü güdük jakobenlere “n’aber” demek, çiftestandartlının çiftestandardını yüzüne vurmak bendenize göre garip değil. Garip olan; başörtüsü karşıtlarına “n’aber” diyenlerin, “çözüme gelsek” cümlesini duyar duymaz sağdan sıvışmaya başlamaları. Bana kalırsa Mahinur Özdemir’i hayıflanma ya da anlaşılır gerekçelerle dahi olsa övünme manivelası haline getirmek kimseye bir şey kazandırmaz. Özdemir, AK Parti kapatılayazdığından bu yana üstü elbirliğiyle kapatılan “başörtüsü” konusunun çözümüne yönelik iradenin yeniden gün ışığına çıkartılması için harika bir zemindir. Ve konuyu raftan indirme atmosferinin husule gelmesi, başlıbaşına büyük kazançtır “Günışığına çıkarılmak” ifadesini kullanıyorum, çünkü bu kadar göz önünde olup da çözüm ihtimalleri bu kadar derine gömülmüş, üstüne kürek kürek sessizlik toprağı örtülmüş başka hiçbir “ceset” olmadı bu ülkede. Ölüm şekli de, sevmedikleri kadar sevdiklerinin de kerhen onayıyla sırtından vurulmak şeklinde tezahür etmişti. Bu tezahürat, totaliter ve tepeden inmeci pespektifin durduğu noktadan başlamış, kapatılma noktasına kadar gelip direkten dönen bir partinin suskunluğunu içererek büyümüş ve son olarak muhafazakar camianın neredeyse tamamına yayılan çaresizliğin bıkkınlığı vasıtasıyla son darbeyi almak şeklinde tecelli etmişti. Bugün sokaklarda gezerken, alışveriş yaparken, yetişmesi gereken yere koştururken “görünen” milyonlarca örtülü kadın “ontolojik bir gömü” aslında. İran ses veriyor, Belçika nezdinde tüm Avrupa kendini gösteriyor, ama Türkiye, yılgınlığın toprağı altında. Kanı bağışlamaya bile değer görülmeyen başörtülüler, sokakta dahi örtüsüne tahammül edilemediği için memurluktan azledilmiş başörtülüler, peruk takmaktan usanmış ve direkt başını açmış öğrenciler, ağzıyla kuş tutsa bile hak ettiğini alamamış olanlar, hepsi ama hepsi bu ülkede. Bugün Mahinur Özdemir’in başarısı, AB’nin özgürlük algısı üzerinden, öteki mahalleye nanik yapanların televizyonlarında göremezsiniz sözgelimi onları, işyerlerinde üretimdedirler, halkla ilişkiler kademesine çıkamazlar asla. Davetlerde, yemeklerde eşlerinin yanında değillerdir mesela. Kartal ve Maltepe Belediyeleri’nde olduğu söylendiği gibi CHP’ye geçtiği anda toptan “dışarı dökülmemişlerse” birkaç belediyenin içinde, o da açık kadın çalışanlara ağır basmamaları gözetilmiş şekilde rastlayabilirsiniz onlara. Durum budur ve Mahinur Özdemir olayının Türkiye’deki üstü örtülmüş soruna katkısı olacaksa, O’nu karamsarlığın ittiği duyarsızlık mezarından, tam da gömüldüğü yerden “niye duyarsızlaşıldığından” başlayarak çıkarmamıza satıh teşkil etme potansiyelidir. Oysa duyduğumuz tek ses zafer tamtamı. Bu elbette geçerli gerekçelerle anlaşılır bir tepki ama yani, “nasıl yediniz golü” dedikten sonra dönüp işine bakmak, başörtülüye gül bahçesi vaat etmediği gibi, gömüldüğü yerden çıkartmaya dair bir niyetin olmadığını da imliyor. Ne yani, herkes Avrupa’ya mı gitsin sizce? Bilmem farkında mısınız ama, ters istikameti önermesine rağmen totaliter, Kemalist rejim de aynı görüşte.
Yeni Şafak, 27 Haziran 2009 |
Özlem Albayrak 28.06.2009 |
Kıvranmak(...)
Komik bir ülke burası. Genelkurmay Başkanlığı’nın generallerin özel mülkü kabul edilen bir memleket. Orgeneral Başbuğ’u epey sıkıntılı gördüm. Konuşması da çelişkilerle doluydu. Çelişkiden kurtulması da mümkün değil. Çünkü bir yandan “hukuka ve demokrasiye saygılı” bir ordu olması için hem Türkiye’den hem dünyadan büyük bir baskı var Silahlı Kuvvetler’in üstünde, hem de ordu hukuka ve demokrasiye saygı göstermek istemiyor. Hukuku ve demokrasiyi reddederek “hukuka ve demokrasiye” saygılı görünmeye çalışmak kolay bir iş değil. Bunun için tehdit, saptırma, yalan, bazı gerçekleri görmezden gelme gibi çeşitli yöntemlere başvurma zorunluluğu çıkıyor. Türkiye’nin tartışma gündemine giren askerî yargıdan başlayalım. Başbuğ, bunun birçok ülkede olduğunu söylüyor. Orgeneral, askerî yargı sistemi Türkiye’deki gibi çalışan bir tek ülke göstersin. Gösteremez. Öyle bir ülke yok çünkü. Başka ülkelerdeki askerî mahkemeler sadece “askerî disiplin suçlarına” bakıyor, sivil yargıyı ilgilendiren konulara asla karışmıyor. Hadi “Başbuğ yalan söylüyor,” demeyelim de “bu konuları bilmiyor, bilmediği konularda konuşuyor” diyelim. “Askerî yargı bağımsızdır” da diyor Başbuğ. Bunu tartışacak kimse çıkacağını sanmam bu ülkede, bu sözleri bir şaka olarak kabul etmek gerekiyor sanırım. İlla bir cevap vermek zorunluysa tek kelime yeter: Şemdinli. Orgeneral, “orduya karşı asimetrik bir psikolojik savaş yürütüldüğünü, bunun örgütlü olduğunu” da söyledi. Şimdi kendi halkına karşı psikolojik savaş belgeleri ve andıçlar hazırlayıp yakalanan bir ordunun, “psikolojik savaştan” söz etmesini biraz izansız buluyorum doğrusu. Daha önce yayımlamıştık, çıkartır o andıçları bir daha yayımlarız. Psikolojik savaş yürütülüyor ama bu savaşı ordu kendi halkına karşı yürütüyor. Zaten biz de bunu durdurmaya çalışıyoruz. Başbuğ, bizim yayınlarımızı “orduya karşı” bulduğunu söylüyor. Biz “darbecilere” karşıyız ve onları ortaya çıkarmaya çalışıyoruz, kendini “darbecilerle” bu kadar özdeşleştirmenin âlemi ne? Hem “demokratım” deyip, hem de “darbeciler ortaya çıkarılsın” deyince “psikolojik savaş” diye bağırma neyin nesi? Taraf’ın yayımladığı son belgeye gelince... Orgeneral buna “kâğıt parçası” dedi. Belgenin “aslı” hükümet ve sivil yargı tarafından aranırken böyle “kesin hüküm” vermek ne anlama geliyor? Ya aslı bulunursa bir yerde, Başbuğ o zaman ne yapacak? Albayın askerî savcılıktaki ifadesini sahte bir imzayla imzalaması konusunu geçiştirmesini de bir yana bırakalım. Konuşmanın en korkunç yanı Genelkurmay Başkanı’nın sivil savcılara talimat vermeye kalkmasıydı. Savcıların, “belgenin gerçek olup olmadığını araştırmalarını” istemiyormuş. Ne istiyormuş? Bu belgenin sahte olduğunu kabul etmelerini. İşte buna “haddini aşmak” denir. Sivil savcılar orgeneralin emireri değil, onların neyi arayıp neyi aramayacağını generaller söyleyemez, öyle aynı cümleyi iki kere tekrarlayarak onları korkutmaya da kalkamaz. Ordu, “o günlerin geçtiğini” bir türlü kabul edemiyor... Ama o günler geçti. Zaten “o günlerin” geçtiğini Başbakan ve Ergenekon savcısı hemen gösterdi. Başbakan, “belgenin aslını bulur bulmaz gereğini hemen yapacaklarını” söyleyerek “kâğıt parçası” lafını bir kenara itti. Ergenekon savcısı da, andıçın altında imzası bulunan Albay Çiçek’i sekiz SAT subayıyla birlikte “şüpheli” olarak ifade vermeye çağırdı. Orgeneral Başbuğ’un lafı havada kaldı. Anlaşıldı ki bu andıçı ondan başka “kâğıt parçası” olarak kabul eden yok. Belki bir de Genelkurmay’ın “kadrolu gazetecileri” ciddiye almıştır bu lafı. O kadar. Benim anladığım kadarıyla, bizim yayımladığımız belgeyle ordu içinde bir cunta ortaya çıktı. Genelkurmay bu gerçeği örtmeye çalışıyor. Ama hükümet ve Ergenekon savcıları o cuntayı yakalamaya kararlı. Benim Başbuğ’a dostane önerim, orduyu gerçekten “demokrasiye ve hukuka” saygılı hale getirmesi. Aksi halde daha çok kıvranır. Kimsenin Genelkurmay Başkanı’ndan korkmaya niyeti yok çünkü.
Taraf, 27 Haziran 2009 |
Ahmet Altan 28.06.2009 |
Demokrasiye karşı asimetrik psikolojik savaş
(...)AB standartlarında bir demokrasi... AB standartlarında bir hukuk... AB standartlarında bir asker-sivil otorite ilişkisi istemenin askeriye nezdindeki karşılığı ‘fitne, fesat’... Ya da medya üzerinden ‘asimetrik psikolojik savaş’ yapmak... Darbe yapan, muhtıra veren, andıç düzenleyen, lahika hazırlayan sanki askeriyenin bizzat kendisi değil. Türkiye’de eğer bir ‘asimetrik psikolojik savaş’ söz konusu ise bunun ‘demokrasiye’ karşı yapıldığı çok açık... * * * (...) Bu arada bir meramımı da ifade edeyim... Genelkurmay Başkanı her şeyden söz etti de, bu belge fotokopisini yayınlayan Taraf Gazetesi’nde belge sürecini iki gün boyunca anlatan emekli orgeneralden hiç söz etmedi... Albay Çiçek’in askeri savcılıkta imzasını neden değiştirdiği sorusuna doyurucu bir cevap gelmemesi gibi, bu da çok garibime gitti. * * * Demokrasiye karşı asimetrik psikolojik savaştan vazgeçilse de, AB standartlarında bir zihniyete kavuşsak... Bu gerçekleştiğinde bırakın Genelkurmay Başkanı’nın basın toplantılarını onlarca kanaldan canlı yayınlamayı, o generallerin adını bile bilmeyeceğiz... Kimileri için haz edilecek bir durum değil ama demokrasi açısından fevkalade sıradan bir hal... Yoksa kızılan bu mudur?
Star, 27 Haziran 2009 |
Mehmet Altan 28.06.2009 |