Âyet-i Hasbiye Risalelerine başlarken...
Kâinat Ağacının meyvesi “ahsen-i takvîm” üzere yaratılan insandır. Bu meyve, bir yandan kalbindeki çekirdekle kâinatın “misâl-i musağğarı” olmuştur. Öte yandan Yaratıcıyı en iyi tanıyabilme yetenekleriyle donatılarak O’na muhatap kılınmıştır. Bir başka cihetten ise çamuruna karılan nihayetsiz acz ve fakr ile, zıddıyet noktasında Rabbine câmi’ bir ayna haline getirilmiştir.
Ağaç meyvesi içindir. Eğer bu meyve, kıvamını kaybeder ve kalbini kaplayan küfürle tamamen çürürse, bu Kâinat Ağacı da bir kıyametle kökünden koparılacak ve malzemesi bir başka âleme taşınacaktır.
En öncelikli gayesi imanla Yaratanını bulmak olan insanın önünde, O’nu hemen bulmasına mani perdeler vardır. Bu perdelerden biri “kesret”tir.
Etrafımızdaki her şey sanki bir kaostur; karmakarışık görünür. Kendimizi, ucu-başı belli olmayan müteselsil sebeplerle kuşatılmış sonsuz bir âlemin içinde bulmuşuzdur.
Sırr-ı ehadiyetin inkişafıyla bu perdeyi açsak, bu defa başka bir perde, hem de en kalın perde tam karşımızdadır:
“Enaniyet!”
Enaniyet, sanıldığı gibi kibirden ibaret değildir. Belki kibir enaniyetin tezahürlerinden sadece biridir.
Peki, enaniyetin mahiyeti nedir, niçin vardır?
Fâtır-ı Hakîm, insanı yaratırken meleklerin de hayretini mucip olan büyük bir riske izin vermişti. Bu risk, insanın melekleri de geçebilecek bir marifet ve muhatabiyet yeteneğini kazanabilmesi için gerekli bir riskti.
İnsan, misilsiz ilâhî sıfatları kavrayabilmesi, benzersiz şuûnât-ı mukaddeseyi algılayabilmesi için vahid-i kıyasî nevinden tanrısal nitelik (HAŞİYE) ve duyguların numûnecikleriyle donatılmıştı!? Üstelik kendisine bir de hürriyet verilmişti! Melekler bile buna şaşırmıştı.
Evet, “insana ruhundan ruh üfleyerek”1 müstakil bir varlık veren Zât-ı Zülcelâl, görme, işitme gibi kabiliyetleri de ona takmış, bunların yanı sıra şuûnat-ı İlâhiye tabir edilen “iftihar-ı kutsî, şefkat-i mukaddese, muhabbet-i münezzehe” gibi meâni-i İlâhiyeyi2 algılayabilecek hissiyatı dahi takarak insanı kendi esmâ ve sıfatına en camî bir ayna ve muhatap seviyesine getirmişti.
Ve artık Şems-i Ezelînin sıfatları ve bütün esması birden, mahiyet-i insaniye aynasında parladı.
Ne var ki, kendisinden cezbedici ulûhiyyet pırıltıları yansıdığını gören insan acaba ne yapacaktı? O eşsiz pırıltıyı sahiplenip kendine mal etmesi ve kendinde bir ulûhiyyet vehmetmesi kuvvetle muhtemeldi.
İşi o kadar azıtmasa da en azından kendinde müstakil bir varlık neden kabul etmesindi ki? “Ene ene, ente ente = Ben benim, Sen Sensin” de diyebilirdi!?3
Evet, insana takılan ruhun dört havassından zihnin nihaî görevi marifetullah, hissinki muhabbetullah, lâtîfe-i Rabbaniyeninki müşahedetullah ve iradeninki ise ibadetullah olması4 gerekirken insan bu yeteneklerini ubudiyet, müşahede, muhabbet, marifet ve Rabbine ayinedarlıkta değil, kendi varlığına hasredip Ene’sini tanrılaştırmak yönünde kullanmaya da kalkışabilirdi.
HAŞİYE: Bu ifademiz aşırı bulunmamalı ve yadırganmamalıdır. Hakikat-i insaniye de denilen “ruh-u menfûh” hakkında İmam Gazalî (ra) daha garipsenecek bilgiler vermektedir. Esasen ruh hakkında açıklama yapılmasına şer’an sınır getirilmesinin önemli bir sebebi, bilhassa avamın, insan ruhunun özelliklerini İlâhî sıfatlarla iltibas edip teşbihe düşme tehlikesidir. Ruhun hakikatının enaniyetle doğrudan ilgisi bulunmasından Hüccetü’l-İslâmın ruh hakkındaki fikirleri oldukça dikkat çekicidir. Meselâ, o der ki: “İnsan diridir, kâdirdir, bilir, işitir, görür ve söyler. Cenâb-ı Hak da böyledir” dediğimiz vakit şu sözümüzde teşbih yoktur. Çünkü böyle vasıflar Allah’a has değildir. Zât-ı Bâri’ye mahsus olan sıfat Kayyûmiyet sıfatıdır. Yani eşyaya varlık, âriyet yoluyla kendisine değil, O’ndan gelir. Varlık, zâtî ve başkasından alınmamış olarak ise, Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Mekân ve cihetten beri olmak da Cenâb-ı Hakk’a has vasıflardan değildir. Zira ruh, cisim değildir. Çünkü cismin bölünmesi mümkün olup ruh ise bölünme kabul etmez. Ruh bedenin içinde değildir; dışında, bitişik ve ayrı da değildir. Çünkü bitişiklik ve ayrılık keyfiyetleri, cisimlik ve boşlukta yer kaplayıcılıkla (tehayyüz) mümkün ve doğru olur. Ruh ise cihetten, bir yere hulûl etmekten, cisimlere bitişmekten, cihetlerle kayıtlanmaktan münezzehtir.
Yani mekândan münezzehtir; Rabbânî emir âlemindendir. Ruh, kendi nefsini ve Hâlıkını bilir. Mürekkep değil, tek bir cevherdir. Bundan tevehhüm edilmemeli ki, ruh kadîmdir; belki o mahlûktur. Ruh kendi kendisiyle kaim bir cevher olup kendi zatını, Yaratıcısını, Yaratıcısının sıfatını bilir ve bu bilişte duyumlardan bir şeye muhtaç değildir” diyerek insanın aynaya yansıyan sûreti misali Cenâb-ı Hakk’ın da hakikat-i insaniye olan ruhta yansıdığından bahseder. (Ve lillâhi meselü’l-a’lâ.) Detay için bk. (Filibeli Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi, 631-636, Eskin Matbaası, İstanbul, 1979) Üstad Hazretlerin de muhtelif Risalelerde daha veciz ve emniyetli ifadelerle bu bilgileri genel olarak te’yit ettiği görülebilir.