Dindarlara anlatmaya çalıştığımız gibi, öncelikle yapmamız gereken şey, devleti değil, insanı öncelleyen, esas alan bir anayasa yapmak.
Rejim, darbeler anayasasını değiştirmemek için “dindarları iktidara” sürüp 17 senedir buna engel oldu. İnsanlar bilemediler ki, kurumun başına dindar getirmekle kurum değişmiyor! Yani, şarap fabrikasının başına dindar müdür, okulun başına dindar müdür, vilayetin başına dindar vali getirmekle fabrika Mevlid şerbeti üretmiyor, öğrenciler ve vatandaşlar dindar olmuyor!
Sistem, kanunlar, tüzük ve yönetmelikler müstebit olduktan sonra ister dindar müdür tayin etseniz, gayr-i dindar da etseniz, yine aynı şeyleri yapacaklardır.
Demek ki sıkıntı ve problemlerin temel kaynağı “demokratik, hürriyetçi” bir anayasa, kanunlar olmamasındandan kaynaklanıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’na gelince, zaten onun statüsü bile sakat. Özerk olması gerekirken devlete, bakanlığa bağlı. Bediüzzaman’a göre din, iman, Kur’ân hizmetleri, Diyanet ve cemaatler tekel altına alınamaz. Hepsi özerk olmalıdır.
Şöyle ki: “Ehl-i dünya diyorlar ki: Bize ahkâm-ı diniyeyi ve hakaik-i İslâmiyeyi talim edecek resmî bir dairemiz (Diyanet İşleri Başkanlığı’mız) var. Sen ne salâhiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkûmsun, bu işlere karışmaya hakkın yok.
Elcevab: Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz! İman ve Kur’ân nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usûlünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kur’âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelatı suretine sokulmaz; belki bir mevhibe-i İlâhiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.” 1 İşte Bediüzzaman’a göre, din hizmetleri, faaliyetleri vesaire, resmî bir şekilde, yani devletin tekelinde olamaz, olmamalıdır.
Bunun diğer apaçık bir delili de şudur:
“Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin (umumî, genel fikrin, düşüncenin, halkın düşüncesi, kamuoyunun) arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının (İlâhî Nurların parıltılarının) içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin (İslâm dinini, namus ve haysiyyetini korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasletinin) şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından (nurlu, parlak kıvılcımlarının kaynaşmasından) hasıl olan amûd-i nuranînin (nurlu sütunun) ve o seyf-i elmasın (elmas kılıncın) hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.” 2 İşte, dinî işler, yetkiler, hizmetler; her meselede ve bilhassa siyasette “mağlûp bir reis ve mantıksız zabitlere” (akıl ve mantığın işlemediği, emir-komuta zincirinin hakim olduğu bürokrasiye) devredilemez. Millete, kamuoyuna, efkâr-ı ammeye bırakılmalıdır. Devletin ve diyanetin yapacağı şey, yalnızca herkesin hukuklarını korumak ve olumsuzlukları, kanunsuzlukları engellemektir.
Nur Talebeleri ise, müstebit anayasanın, devlet yapılanmasının, rejimin dayatmalarını değil, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ve imanın özelliği olan hürriyetçi fikir ve düşüncelerine sahip çıkmak ve onları neşretmektir.
Bir Nur Talebesi asla müstebit rejimin şakşakçılığına soyunamaz!