Belki 3-5 yaşımda alnım secdede; 15’inde mükellef, 21 yaşında kardeş oldum Müceddide! 1987’de baba, 65 (ana) yaşında da oldum dede! Gençliğe hazırlanırken içim burkuldu şu müjdede; dediler ki, “Oldun dede!” Tebrikler olsun toruna da, anaya da, babaya da, cedde de!
Dönelim sadede: Nil Sevde beni ihtiyarlattı ilk nidada; haber verdi mezara yaklaşıyorsun git gide! Gerçi, “İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran” (Lem’alar, s. 231.) işlerden bir parça sıyrılmıştık! Zira, “Aynada saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: ‘Dikkat et!’ İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki, çok güvendiğim ve ezvâkına meftun olduğum gençlik elveda diyor. Ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor ve pek çok alâkadar ve adeta âşık olduğum dünya bana uğurlar olsun deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de Allahaısmarladık deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. (Age)
Ne var ki, leziz me’külât, meşrubat, süslü libas, cazibedar işlerden yine gaflet bastı! Saçı boyamak istedim, içimdeki ses “Kandırabilir misin kendini de?” dedi, hicâp edip vazgeçtim! Boyalı saç kadar fark edilmeyecek “gençlik” tıraşı oldum! Gençlik iksiri zaten bir hülya imiş!
Tam bu sırada ilk torunun doğumu, ölümümle şu dersi hatırlattı: “Küllü nefsin zaikatü’l mevti’ (Al-i İmran Suresi, 185.) âyetinin külliyetinde, ‘Nev-i insanî bir nefistir; dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir; bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir; âhiret suretine girmek için o da ölecek’ mânâsı, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu. İşte bu hâlette vaziyetime baktım ki, medar-ı ezvak olan gençlik gidiyor; menşe-i ahzân olan ihtiyarlık, yerine geliyor. Ve gayet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zâhirî karanlıklı, dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor. Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin mâşukası olan dünya, pek süratle zevâle kavuşuyor gördüm. Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimaînin ezvâkına baktım, hiçbir faydası olmadı. Bütün onların teveccühü, iltifatı, tesellileri, yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye-i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl bir riyâ, soğuk bir hodfuruşluk, muvakkat bir sersemlik suretinde gördüğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.” (Age, s. 232.)