Ülkemizin, dolayısıyla İslâm âleminin temel problemi, hak ve hürriyetler değil mi?
Meşrûtiyet, yani, demokrasi değil mi? Demokrasi, “meşveret, seçilme, işi ehline verme, şeffaflık” değil midir? Demokrasi bu yönleriyle İslâmiyetle bağdaşmaz mı?
İnsanlığın imtihan olabilmesi için cüz’î, hür irade verilmemiş mi? Yani, “inanma, inanmama (iman, inkâr), günah işleme” hürriyeti yok mu? İslâm, genel ahlâkı muhafaza, “nefsine ve gayrına zarar vermemek şartıyla tam hürriyeti” getirmiyor mu?
Meşrûtiyet, demokrasi bu yönüyle de İslâmiyetle bağdaşır. Şu halde, ne nam ile olursa olsun, “meşrûtiyet, demokrasi, hak ve hürriyetlere” çalışmak, dindarlığın, Müslümanlığın gereği değil mi?
O halde, buna çalışmak lâzımdır. Demokrasi, hürriyet nasıl gelecektir? Avrupa, “yüzyıl savaşları” ile dört yüz sene biribiriyle savaştı. En nihayet, “Leküm, diniküm veliyedin/ senin dinin sana, benim dinim bana” noktasına geldi.
Şu halde, ülkemizin temel meselelerinden birisi meşrûtiyet, demokrasidir. Yani, hak ve hürriyetlere saygılı, hatta koruyucu demokratik bir anayasa, demokratik bir eğitim, demokratik bir idarî yapılanma gereklidir.
Demokratik ülkeler yüzyıllarca savaşarak bir bedel ödedi. Bizim ödememiz gereken bir bedel, yapmamız gereken bir iş yok mu? Onu da, “hak ve hürriyetler kahramanı, meşrûtiyet-i meşrûacı” Bediüzzaman’dan takip edelim:
Suâl: “Biz me’yus olduk; daha ne vakit bize gelecektir?”
Cevap: Yeis, aczden gelir. Yeis, mâni-i herkemâldir. Hamiyet ise, şiddet-i mevânia karşı şiddetle metânet etmektir.
Halbuki şu zaman, mümteniât-ı âdiyeyi mümkün derecesine indiriyor. Çabuk yeise inkılâp eden hamiyet, hamiyet değildir. Ben, sizi tenbellikten kurtarmak için, kabahatlerinizi gösteririm. Ona çabuk gelmek istiyorsanız, işte mârifet ve fazîletten demiryolunu yapınız; tâ ki, meşrûtiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemâlâta binip ve terakkiyât tohumlarını bindirerek, kısa bir zamanda mânilerden kurtulup geçerek size selâm etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile gelecektir.
Suâl: “İnşaallah, tâliimiz varsa biz de göreceğiz. Bize tevekkül kâfi değil midir?”
Cevap: Bîçare tâliinize siz de yardım etmelisiniz. Bağdat tarrarları gibi olmayınız. Sizin atâlet bahanesi olan şu teşebbüssüz tevekkülünüz, nizâm-ı esbâbı reddettiğinden, kâinatı tanzîm eden meşîete karşı temerrüd demektir.
Şu tevekkül döner, nefsini nakzeder.” (Münâzarât, s. 30)