"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Hayatı okuma diploması (6)

Ali HAKKOYMAZ
30 Ağustos 2019, Cuma
Siz hiç üzüm yediniz mi? Soru tuhaf gibi de değil... Veya şöyle: Üzümü nasıl yersiniz? Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır, sözü hatırıma geldi. Demek farklı üslûplarda yeniyor bir salkım üzüm, yarım elma, yemesi sanat isteyen bir nar... Yaşamak bir sanatsa; narı, üzümü yemek de bu sanatın içinde belli ki...

İş uzuyor da uzasın. İlk gençlik yıllarım... Arkadaş, sohbet, çaylı kitap okumalarla yeni yeniyim... Yine bir sohbete/derse gitmişiz. Yanımda muvazzaf asker Şafak Ağabey... Yüzünden inmeyen tebessümüyle bir munis adam... Sorulmadıkça konuşmaz. Sorulsa bile az ve öz... Asker... kısa, net, anlaşılır. Dur, otur, ileri bak, marş marş... Neyse... Geçmiş zaman... (Ve hâlâ onlarca yıl ötelerine bu sahne taşınıyorsa; sıradan bir “senaryo” olmasa gerek...) Kitaplar okundu (artık ne okunduysa... Kimler okuduysa...) Tatlı bir sükûnet... Ülkem henüz gereksiz telâşelerle tanışmamış. Hanlar, hamamlar, apartmanlar dönüşüp yıkılıp yapılmıyor. Sade günler... Hasret kaldığım günler ha! Bu kadar koş koşu olmayan... Dolar, mark hatta lira bile çok konuşulan değil... Dağlar oyulmamış, bağlar bozulmamış. Ormanları henüz bu kadar yakılmamış bir ülke... Kupon araziler dönemi başlamamış. Cep telefonu nerdeee... (İyi ki nerdeee!) Ev telefonları yeni yeni ve sıra yazılmalı... Anadol araba almak isteyenler de... Gaz ocağından, ocaklara terfi ediyoruz. Puf, puf yerine bir çıt ile alevler fışkırıyor. Çamaşır makineleri merdaneli, ama herkeste yok... Karpuzlar komşunun buzdolabında emanette... Banyoda odunla ısınan sular... Altı soba; üstü su deposu... Uzaktan bakınca keyfi eziyetinden çok gibi... Çok rahat yok, ama huzur var huzur... 

ŞİMDİ (RAHATTAN) HUZURA ULAŞMANIN ARASI ÇOK AÇIK... 

Şimdilere çok uzak bir dünya... Böyle ayrıntısı fazla olmayan zamanlarda o Şafak Ağabey’in bir cümlesi beni sar(s)ıyor. Okuma faslından sonraki o çay araları “kaynatma” fasılları... Hâl hatır sormalar, espriler, fıkralar, mütevazı günlük işlerden hatıralar... 

İkinci ders de biter ve dağılma vaktine yakın çok sevdiğim beyaz üzümler gelir. Belki de zarının inceliğinden çekirdeği görülenlerden... Çıtır çıtır... Üzümü yemek için sabırsızlanıyorum, ama Şafak Ağabey o tebessümüyle bekliyor. 

Ağabey buyurun, diyorum. (Buyursun ki ben de yemeye başlayayım.) O da ne! Unutamadığım o meşhur cümlesini söylüyor: “Canım çok istiyor; yemeyeceğim!” Tuşşş!

O gepegenç hatta çocuk ben bunu nasıl anlayabilirim ki... Ben nereden bileyim ki “nefis terbiyesi” diye bir şey var! Canı gidiyor belki, fakat yemiyor işte! Seyrediyor. Tefekkür ediyor. Gözleriyle, gönlüyle yiyor. (Bu hikâyeyi yıllar sonra telefonda kendisine anlattığımda hatırlamayacak, ama o tatlı gülüşünü kulaklarıma bırakacaktı.) Şafak Ağabey belki daha öyle ne kadar “üzüm yememişliği” ile kendisiyle hangi musahabe, mübahase, muhasebelere dalmıştır!

Said Nursî’nin üzümleri mi?

Herbir üzüm danesini tesbih gibi çeken bir adam gözümün önüne düşer. O pür dikkat adam bir seferinde üzüm yerken üşenmeyip salkımın dânelerini sayacak; iki yüz konservecik/tulumbacık çıktığını görecekti. Böyle bir bakış yeniliği işte!

O zaman burada çocukluğuma gelin beraber gidelim. Oldu olacak deşelim biraz bu yaşadığımız, ama nice bir farkında olmadıklarımızı. 

Ben deşeledim. (Sizinki de size kalmasın; yazın bir yerlere.) Çocukluk insanın hep sık gittiği ülke imiş denir ya... Bak işte o çocukluğun güzelim güzelliğine! Siz de yaşamışsınızdır bu hikâyelerden de... elin kaleme gitmesi, tuşlara dokunuyor olması kolay hallerden değil...

Ol hikâyat böyledir:

Bu bir üzüm yıkama hikâyesi ya da unutamadığım bir ders... Hatıralar dendi mi gider çocukluğumla oynaşır, konuşurum. Geniş gönüllüdür çocukluğum. Ne zaman kapısını çalsam beni içeri buyur eder. Konuşur da konuşur, gülüşüp ağlaşırız. Çocukluğum beni kabul edince bütün yaşlarımı, çocukluğumun ta çok ötesindeki yaşımı unutur; birden çocuk olurum. Ve insanın çocukluğundan kalan öyle derin izleri vardır ki oralardan bir türlü çıkamazsınız. Bu sık gidip geldiğiniz bir akrabanızdır, bir mekândır, bir arkadaşınızdır, yaydığınız kuzunuzdur, bir ağaçtır, bir kır, bir dağ, bir deniz seyahatıdır ve sairedir.

Servet Yenge’mi burada anlatmazsam olmaz mı; olmaz, diye düşündüm ve çok özel bu yolculuğuma sizi de alayım dedim.

Kim bu kadın? Avamdan, fakat dilini, tavırlarını, hayatını hep yenilemek isteyen biri... Belki ilk mektebi de okumamış! İyi ki... Fakirliği bütün zerrelerine kadar -çoğumuz yaşadık ve yaşıyoruz da- yaşayanlardan... Soran, acabalanan, duyan, duyuran, vefakâr, gözü yaşlı... Kendisine değil de daha çok başkasına bir şey olunca telâşlı... Azimli, değişik, kararlı, mütevazı... Hep gülen, acıları içinde yoğuran... 

Dilinden güzel kelimeler eksik olmayan... Dudaklarında sanki bir hazine var da saklıyor gibi o kelimeleri... Allah’ın adı anılınca heyecanlanan... Yakın; çok yakın bir akrabamız... 

Okunma Sayısı: 1424
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı