"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Suçun şahsîliği prensibi unutulmasın

25 Nisan 2019, Perşembe 00:55
Avukat Kadir Akbaş, Ankara’da verdiği seminerde “Hâlbuki suçun şahsîliği ilkesi, hâlen yürürlükte olan, anayasanın temel bir buyruğu, ceza yasasının da temel düzenlemelerinden bir tanesi ve en sıradan, en basit hukuk kuralı. Ama bu kural en kaba bir biçimde yok sayılıyor” dedi.

Avukat Kadir Akbaş Semineri (1)

Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesinde iki haftada bir düzenlenen “ADALET ve LİYAKAT” temalı akademik seminerler kapsamında bir program daha icra edildi.

Enstitünün bu haftaki misafiri, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu yazar ve avukat Kadir Akbaş idi.

Programda önce Enstitü Şube Sekreteri Hayati Binler misafirin özgeçmişini okudu ve kendisini takdim etti. Seminercinin sunumunun ardından da moderatörün ve dinleyicilerin sorularına cevaplar kısmına geçildi.

Programın geniş bir özetini yayınlıyoruz.

***

Ben akademisyen değilim, bürokrat da değilim. Ama otuz yıldır Türkiye’de yargı pratiğinin içinde olan bir hukukçuyum. Belki talihsizlik, Türkiye’deki ceza yargılaması mantalitesi ve Türkiye’deki güvenlik bürokrasisinin yaklaşımına hukuk fakültesinin henüz birinci sınıf öğrencisiyken şahit oldum. Rahmetli Necip Fazıl’ın cenazesine iştirak etmiştim. İştirakim aslında o dönemde Yeni Asya’nın yerine çıkan Tasvir Gazetesi’nin muhabiri olmak sıfatıyla olacaktı. Fakat nasıl olduysa grubun heyecanına katılıp gözaltına alınmıştım. Sonrasında savcı, Necip Fazıl’ın cenazesine katılmış olmamızdan ve Necip Fazıl’ın cenazesini jandarmanın almasına karşı çıkmış olmamızdan hareketle, anayasal düzeni değiştirmek suçunu işlemiş olabileceğimiz kuşkusuna kapılmıştı. İfademizi ilk olarak bu sebeple almıştı. Sonra bunun aslında basit bir eylem olduğuna kanaat getirmiş ki, hakkımızdaki dâvâ izinsiz gösteri ve yürüyüş yapmaktan açıldı. Selimiye 2 no’lu Askerî Mahkemesi’nde yargılanmıştık. Hâlâ o kararı saklarım, üzerinden epeyce bir zaman geçmiş olmasına rağmen.

Olayda en enteresan olanı şudur: Mahkeme, biz sanıkları değil güvenlik güçlerini, jandarmayı suçlayan bir sonuca varmıştı. Cenazenin herhangi bir kamu düzenini ihlâl edici eylem, tavır olmadan alınmak istenmesinin engellenmesini, ölüye ve ölünün yakınlarının saygı duyulması gereken hislerine karşı bir kusur olarak nitelendirmiş ve bunu ağır bir hizmet kusuru olarak görmüştü. Yani o dönemdeki bir sıkıyönetim mahkemesinde hâkim olan bakış açısı bile bugün çok uzak kaldığımız bir bakış açısını yansıtıyor.

Türkiye bugün, görünüşte Anayasası olan bir devlet. Ve meclisin yasama faaliyetlerini denetleyen bir Anayasa Mahkemesi olan, kanunları olan, görünüşte kuvvetler ayrılığı ilkesinin egemen olduğu, bağımsız mahkemelerin olduğu bir devlet.

Ama yaşayarak şunu gördük ki, bütün bu teminatların bize sağladığı güvencenin, aslında bir OHAL ilânı ve bu ilâna bağlı olarak yayınlanacak bir kararname kadar kıymeti varmış. Yani sahip olduğunuz mülkiyet hakları bir kararname ile bir anda elinizden alınabilir. Yüz yıllık aile servetinize bir kararname ile el konulabilir. Kırk yıllık, elli yıllık emeğinizle elde ettiğiniz akademik kariyeriniz, mesleğiniz bir kararname ile elinizden çıkabilir.

Bu dönemin belki de en olumsuz etkisi, 1946 yılından, belki çok daha öncesinden başlayan yargı uygulamalarıyla, nispeten demokratik ülkelerin standartlarına yaklaşan geleneklerin de kolaylıkla ortadan kaldırılması oldu. 

Ve maalesef buna kapı aralayan da yine Anayasa Mahkemesi oldu. OHAL kararnamelerinin Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tâbi olduğuna ilişkin kendi içtihadından geri adım attı.

Bu yeni içtihat, OHAL ilânıyla beraber neredeyse tam hukuksuzluk hâli diyebileceğimiz bir şey bıraktı geride. Yani OHAL kararnameleriyle, kararname hazırlayacak olan makama, anayasa başta olmak üzere hiçbir hukuksal metne kendini bağlı addetmeden dilediği şekilde bütün temel hakların özüne dokunabilecek kararlar alabilme serbestiyeti tanıdı. Bu risk devam ediyor mu? Evet, bu risk mevcut yeni anayasamız ile beraber geçerliliğini sürdürüyor.

Türkiye’de güvenlik bürokrasisi, belki Cumhuriyet’in kuruluşunda dayatılan devrimlerden bu yana sivil toplumla ilişkilerinde derin bir güven bunalımı yaşıyordu. Özellikle örgütlü toplum katmanlarını, cemaatleri, tarikatları hep bir güvenlik problemi olarak algılayıp değerlendirmişti. Ama yakın zamana kadar yaşadığımız bir güvence vardı. O dönem, siyaset kurumunun vesayet altında olduğu ifadesi kullanılırdı. Ama güvenlik bürokrasisinin siyaset kurumuna tamamen etkili olmadığı o dönemde, siyaset kurumu güvenlik bürokrasisinin talep ve beklentilerini göğüsleyip, bunun topluma yansımasının önünde bir bariyer teşkil ediyordu, adeta bir dalgakıran görevi görüyordu. 

Görünüşte o vesayet dönemi atlatıldı. Seçilmiş iktidar devlet aygıtının bütün birimlerine tam egemen oldu diyeceğiniz bir ortamda, bugün neredeyse bütün yasama faaliyetleri, bütün idarî tasarruflar ve büyük ölçüde de yargısal içtihatlar güvenlik ve istihbarat bürokrasisinin uygulamalarıyla şekillenir oldu.

Biz Hukuk Fakültesine ilk adım attığımız günden itibaren, istihbarat raporlarının hiçbir adlî işleme dayanak teşkil etmeyeceğini okuyarak geldik. Bu, kimsenin üzerinde tartışmayacağı, aksini dile getirmeye cesaret edemeyeceği kadar sağlam bir hukukî prensipti. Ama sonra bir sabah uyandık ki, öyle değilmiş. Aslında Millî İstihbarat Teşkilâtı’nın kanunla kendisine yüklenmiş görevleri varmış. Dolayısıyla, bu görev kapsamında ifâ edeceği, elde edeceği istihbarî bilgiler adlî işlemlerde hükmün bir dayanağı olabilirmiş, dendi.

Sonra bir adım öteye gittik. Suçun şahsîliği ilkesi en bedevî kavimlerde bile itibar edilen, uygulanan temel bir hukuk ilkesidir. Ama bugün soruşturma dosyalarına bakın, dâvâ dosyalarına bakın. Kişinin bütün aile bireylerini içine alan bir sorgulama görürsünüz. Kişinin annesinin, babasının bir bankada hesabının olup olmadığı; bir gazetede aboneliğinin olup olmadığı veya hakkında bir suçlamanın olup olmadığı sizinle ilgili hüküm kurulacağı zaman göz önünde bulundurulan bir unsur olarak önünüzde duruyor. Hâlbuki suçun şahsîliği ilkesi, hâlen yürürlükte olan, anayasanın temel bir buyruğu, ceza yasasının da temel düzenlemelerinden bir tanesi ve en sıradan, en basit hukuk kuralı. Ama bu kural en kaba bir biçimde yok sayılıyor. Yani herkesin erişimine açık olan dâvâ dosyasında bulunduruluyor. 

Mahcup bir edayla bir köşede tutulup hîn-i hâcette bakılıyor değil. Belki geçmişte o yapılıyordu, ama dosyada yer almıyordu. Bugün açık bir şekilde emniyete yazı yazılarak kişinin neredeyse uzak-yakın bütün akrabalarıyla ilgili veriler taranarak dosyaya ekleniyor. Yani kabile yönetimlerinin bile tenezzül etmeyeceği şekilde, bir açık hukuk kuralı göz ardı edilerek yargılama yapılıyor ve hüküm veriliyor.

-Devam Edecek-

 

Okunma Sayısı: 3469
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı