"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Çanakkale’de iki akşam

Durmuş Ali İnci
14 Nisan 2019, Pazar
Çanakkale’de ikinci yılımdı. 1982 senesinin ilk günleriydi. Eğitim Yüksek Okulu’nda “Aspirin Hoca” namıyla, akşamın geç saatlerine kadar süren altı ayrı dersin hocasıydım.

Haftada kırk saati geçen ders saatimin ancak otuz saatini devlet maaş ve ücretle değerlendiriyordu. Geri kalanını bizim deyişimizle “Hilâl-i Ahmer” namına ücretsiz, fedakârane yürütüyorduk.

Yine öylesine fedakârlık ve yorgunluk içinde geçen bir akşam vaktiydi. Dersim yeni bitmiş, elimde benimle özdeşleşen starlet çantam, kırk yıl boyunca üzerimden hiç eksik olmayan takım elbise, uzun kıravatımla okulun bahçesine çıktığımda, bahçe kapısından askerî bir minibüs girmişti. Okulda sadece müdür yardımcısı Mustafa Bey vardı. Ben bahçe kapısına doğru çıkarken, okul kapısı önünde duran minibüsten inen beş kişi içeriye dalmışlardı. Bahçe kapısından çıkmak üzere iken Mustafa Bey’in hüzünlü sesini işittim.

- Durmuş Ali Hocam! Arkadaşlar sizi soruyor.

Geri döndüm, kaba ve acele tavırlarla kimliğimi isteyip üzerimi arayan sivil kıyafetli biri, esmer dolgun yanaklı, akşam karanlığında fırıldak gibi dönen kara gözlerini üzerime çevirerek alaylı bir eda ile;

- Bizimle Merkez Komutanlığı’na kadar geleceksin.

Elimdeki çantamı Mustafa Bey’e bırakırken bir de komşunun telefon numarasını bırakmıştım. Henüz bir hafta önce üçüncü kızım doğmuştu. En büyüğü dört yaşına yeni girmiş, üç kızımla gurbet elde, lohusa haliyle yalnız kalacak eşime haber verilmesini istemiştim. 

Sonra minibüsle Merkez Komutanlığı’na götürülürken “Yurttaşlık Eğitimi” dersi de okuttuğumdan, Anayasayı çok iyi bilen birisi olarak sormuştum.

- Anayasaya göre beni neyle suçladığınızı söylemeden hiçbir yere götüremezsiniz.

- Hoca! Memlekette ihtilâl oldu. Hangi Anayasadan bahsediyorsun? Anayasa da biz, babayasa da biz!

Çaresiz götürüldük. Hikâyesi uzun, yirmisekiz gün süren bir serüven başlamıştı.

Sonra öğrendik ki makam sevdasıyla iftira atan, hergün okulda çayımızı içen dost bildiğimiz birisinin ihbarı ile alınmışız. Bu ihbarcı Mustafa Bey’in de hemşehrisi idi.

Yirmisekiz gün süren romana konu olacak çileli günlerin sonunda adaletle hükmeden askerî savcılık tarafından serbest bırakılmıştık. Aynı günün akşamı zamanın Çanakkale Valisi Nurettin Turan Bey, görevime döndürmüştü.

Yeniden başlayan öğretim görevliliği hayatımızın altıncı ayında çok garip, olaylar yaşadım.

Yine çok yoğun bir ders yükü altında bütün sabır ve gayretimle çabalıyordum. Komünist düşüncelerin esiri olan gençleri bataklıktan çıkarmak, hem bu ülkenin gençlerini yetiştirecek şuurlu birer öğretmen olmalarına gayret gösteriyordum.

Aynı altı ay öncesi gibi akşam karanlığına kadar süren dersim bitmişti. Elimde starlet çantamla okuldan çıkmıştım. Eşimle ikimizi taşıyabilsin diye arka tekerini mobilet tekeriyle değiştirdiğim kalın tekerli meşhur bisikletim ile okuldan ayrılıp Biga yolu kavşağına gelmiştim. Stadyum yakınındaki kavşağa geldiğimde yol kapalı idi ve polisler bekliyordu. Ancak anayoldan polis araçları ve ambulanslar geçiyordu. Kalabalığa merakla ne olduğunu sormuştum.

- ’Biri kadın üç polis Biga yakınlarında, ters yönde gelen bir biçerdöğer altına girip biçilerek can vermişler. Onların cenazeleri uğurlanıyor’ dediler. Yol açıldı, yorgunluk, açlık, vakitte hayli geç olunca pedal çevirecek gücüm kalmamıştı. Evde üç yaramazım, canlarım, anneleri eşim sultanım sofra başında beni bekliyorlardı. Babaları gelmeden asla yemezler, içmezler, uyumazlardı. Sol elimde kitap dolu ağır çantam, sağ elim eskimiş hantal bisikletin direksiyonunda, onları daha fazla bekletmemek için pedalları öyle çevirdim ki yorgunluğumu unutmuştum. Şehrin bir ucundaki okulumdan diğer ucundaki evime ulaşmıştım. Kızlarım bacaklarıma sarılarak, adeta sevinçten ağlıyorlardı.

- Babacığım sanki önceki gibi yine polisler götürdü, gelmeyeceğinizi sandık.

Neyse ki, Allah’a çok şükür eşim ve kızlarımla beraber, sofrada büyük bir iştiha ile sıcacık acılı kuru fasulye ve tereyağlı pilavı kaşıklarken dünyanın sultanı sanki bizdik. Tam iştihayla yemeğimizi yerken kapı zilimiz aralıksız alarm gibi çalıyor, yetmez gibi kimse durmadan kapıyı da yumrukluyordu. Çok telâşlanmış, çocukların korkulu bakışları önünde birden şaşırıp kalmıştım. 

Toparlanıp kapıyı açtığımda bizim öğrencimiz Ali (Yücel) kapıda idi. Nefes nefese kalmış, koşarak gelmiş konuşamıyordu. İçeri girip yüzünü yıkadıktan sonra heyecanla;

- Hocam size iftira atıp zulmeden polis E.S. var ya, iki arkadaşı ile beraber biçer döğer altına girerek kaza yapıp ölmüşler. Akşam cenazelerini göndermişler.

Allah’ım sen ne kadar büyük, nasıl Kahhar ve Celâl sahibi, erteleyen, fakat unutmayan birisin. Rezzak ismiyle bizi rızıklandıran Allah, Kahhar, Cebbar ve Celâl sıfatları ile zalimlerden öcümüzü de almıştı.

Ertesi gün olayı soruşturduğumda daha da garip bir tevafukla karşılaştım. Bizim ıslahını istediğimiz bu insanları, Allah (cc) affetmemişti. Biga yakınlarında alkollü olarak altına girip can verdikleri biçerdöğerin sürücüsü eskimez bir köy muhtarı ve Nur Talebesi imiş.

Allah’ın hikmeti... Bizi Nurculukla şikâyet edip zulüm görmemize sebep olan bu kişi feci bir şekilde can vermişti.

Okunma Sayısı: 1259
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı