Duyarlılık, duyabilmek bir nevi kâinatla kurduğumuz bağın bir sonucu, neticesi desek abartmış olmayız sanırım. İnsan bedenine giren yiyeceklerin, tabiî yapısı bozulmamış olanlarını tercih ederse, kâinatla kurduğu bağı devam edecektir. Bir çiçeğin, kuşun, bulutun, yağmurun sesini duyabilecek, farkına varabilecektir. Duyarlılık, duymak demektir. İşitme anlamında bir duymak değil, hissedebilmek, duyumsayabilmek anlamındaki duymaktan bahsediyorum.
Günümüzde en fazla kaybettiğimiz, sabır, tahammül, birbirimize karşı duyarlılık hislerimizdir. Bunda elbette, yediklerimizin içine karıştırılan kimyevî maddelerin artması, tabiî ürünlerin azalması ve daha yiyecek gibi şeylerin, abur cuburların tüketiminin artmasının etkisi büyüktür. Çünkü bu yolla kâinatla bağımız zayıflamaktadır. Zayıflayan bu bağlar da, başta en yakınımızdaki insanlar olmak üzere, canlılara, hayvanlara, bitkilere, denizlere, çevreye olan duyarlılığımızı azaltmakta, hatta tamamen bitirmektedir. Ortaya çıkan tablo ise eşini duyamayan, kâinatı duyamayan fertlerin artması ve bu hâlin genel kabul görmesidir.
Halbuki iman intisaptır. Bu bağ elbette kalbin sıcaklığıyla olacak, kalbin sıcaklığını da vücudumuza giren besinlerin tabiîliği, besmeleyle girip girmediği, sakin ve sükûnet hâliyle, yavaş yavaş çiğneyerek yenilmesi gibi faktörler mutlaka belirleyici olacaktır. Peygamberimiz'in (asm) yeme içmenin helâl olmasının yanında nasıl yenildiğine de hassasiyet gösterdiğini düşündüğümüzde, bu hiçte yadırganacak bir şey değildir.