Nasıl da aklı, vicdanı, insafı devreden çıkarıp, körleştiriyor, sağırlaştırıyor!.. Akıl, şuur, basiret devreden çıkınca ağzından çıkan lâfın hangi manaya geldiğini, hem kendine, hem de sarf ettiği şahsa da ne gibi zararlar verdiğini de bilemiyor, idrak edemiyor. Bu duruma düşen insanlar artık muhakeme-i akliyesini kaybeden, ne dediğini bilmeyen birer fanatik oluyor ve amigoluk rolüne bürünüyor.
Profesörlük makamına kadar yükselmiş aklı başında, ilim sahibi bir zat; “Cumhurbaşkanına itaat etmek herkes için farz-ı ayndır. İtaat etmeyen aynen harpten kaçmış gibi, haram işlemiştir” derse; nice âlim geçinen birileri de; “Müslüman olmanın gereği, AK Partiye rey vermektir; vermeyenler mesuldur..” derse daha alt tabakadan “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan ve partiyi din olarak algılayan bir çok insandan kimisi, ”Onun doğduğu şehir de mübarektir”, kimisi ”Ona dokunmak da ibadettir” şeklinde, ipe sapa gelmeyen hezeyanlarda bulunur.
Bilindiği gibi ismet sıfatına mazhar olan Peygamberlerden başka, Sahabe-i Kiram da dahil olmak üzere, mevkilerine göre, derecelerine göre bütün insanlar bilerek veya bilmeyerek hata, kusur, hatta günah işleyebilirler. Bu tehlike ile, bu risk ile karşı karşıya olanların başında da her türlü yalana, aldatmaya, suistimale açık olan siyaseti meslek edinenlerdir. Bunun içindir ki Üstad Bediüzzaman’ın tesbitiyle; “hakiki dindarlar siyasetçi olamazlar; siyasetçiler de tam dindar olamazlar.” Bu umumî kaidenin dışında kalan, yani hem tam dindar, hem de siyasî idareci olarak başta Peygamberler, Hulefa-i Raşidin, Ömer bin Abdülaziz ve Mehdiyy-i Abbasi. Bunların haricinde İslâm tarihinde hem tam dindar, hem de ülkeleri idare eden siyasetçilere rastlamak mümkün değil.
Görülüyor ki aklî dengesi yerinde olmayanların dinî hassasiyetleri de kalmıyor. Kâinatta hiçbir şeye alet olmaması lâzım gelen dinin yüce değerlerini hiç tereddüt etmeden siyasî malzeme olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Bu ayarı bozuk fanatikler belki de farkına varmadan bu halleriyle başta din-i mübine, sonra kendilerine, sonra yağcılık, yalakalık yaptıkları şahsiyetlere, sonra aşk-ı şevkle destek verdikleri partilerine zarar veriyorlar.
Dinin mahiyetini, dindarlığın ölçü ve kurallarını bilen aklı başında insanlar bu gibi fanatiklerin sarf ettikleri saçmalıklara, hezeyanlarına aldırmayıp gülüp geçseler de tahkik ehli olmayan ve partiye angaje olan bir çok insan da söylenenleri doğru bilmekle kalmayıp onlar da aynı ayarsız üslûple konuşmaya başlıyorlar.
Dinî değerlere mesafeli olan bir çok kesim de bir taraftan siyasîlerin yaptıkları yanlışlara, bir taraftan da bazı fanatiklerin dinî değerler üzerinden siyasîlere yönelik yapılan övgülere, medihlere bakarak; ”İslâm dini böyle ise ve bu kadar övgü ve medihlere mazhar olan dindarlık böyle bir şey ise bana lâzım değil” diyerek dinî değerler ile ve dindarlarla zaten var olan mesafelerini daha da mesafeli hale getirerek, dinden soğuyorlar ki bizce bu durum büyük bir vebaldir.
Yukarıdakilerin; ”ya bendensin; ya düşmansın” anlayışıyla kendilerine muhalif olan herkesi, her kesimi “vatan haini, darbeci, terörist” olarak damgalayarak düşman olarak ilân etmeleri, olduğu gibi parti fanatikleri nezdinde makes buluyor. Onlar da aynı dine, aynı peygambere, aynı kitaba inanan bir çok ehl-i dini sırf partilerine muhalif oldukları için hemen herkesi bir çırpıda; ”hain, PKKlı, münafık, kâfir..” olarak damgalamakta bir beis görmüyorlar. Böylece toplumda zaten var olan gerginliklerin ve kutuplaşmaların artarak devam etmesine ve milletçe özlemini çektiğimiz huzur, sükûn ve kardeşliğin daha da bozulmasına sebep oluyorlar.