İhtiyarlık, “merhaba” diyerek geldiğimiz dünyadaki hayat yolculuğunun sonlarına doğru ortaya çıkan dönemi ifade ediyor.
Saçlarda beyazlanma, yüzlerde kırışma, tenlerde buruşma, belli ölçüde el ve ayaktan düşme, bazı organların görevlerine yaparken nazlanması gibi işaretlerle gelişini belli ediyor; bu “hayat safhası”.
Yaşlanma ya da ihtiyarlık bir bakıma beden “model”imizin eskimesi anlamına geliyor. Eski hızımızla gidemiyoruz. Eski dayanıklılığımızı bulamıyoruz. Eski zindeliğimize ulaşamıyoruz. Yediğimizi hazmetmekte zorlanıyoruz, uyurken güçlük çekiyoruz, bazı adet ya da alışkanlıklarımızı yerine getiremiyoruz. Sonuç olarak bütün bunlar bizi üzüyor, rahatsız ediyor, kaygılandırıyor.
Öte yandan ölüme yaklaştığımızı fark ediyoruz. Gençliğimizin elimizden çıktığına hayıflanıyoruz. Sevdiklerimizden birer bire ayrılacağımızı düşünerek endişeleniyoruz. Bu güzel dünyaya istemeye istemeye elveda diyeceğimiz günlerin yaklaştığını gördükçe hüznümüz artıyor. Evimiz, eşyamız, -varsa- arabamız burada kalacak diye üzülüyoruz. Oğlumuzdan, kızımızdan, torunlarımızdan ayrılacağımızı hayal edip belki de koyu bir karamsarlığa düşüyoruz.
İhtiyarlığa gaflet yahut inkâr ile bakanların yaşadıklarının tam da bu olduğu görülüyor. Burukluk, yılgınlık, umutsuzluk ve karamsarlık.
Fakat eğer ihtiyarlığa iman nûruyla bakılırsa tablo tamamen değişiyor. Zulümât kayboluyor ve yerine şevk, memnuniyet, umut ve huzurun hâkim olduğu sıcak, lâhûtî bir atmosfer geliyor.
Zira iman nûru gösteriyor ki insanın dünyaya gelmesi kendi iradesiyle gerçekleşmediği gibi bu dünyadan gitmesi de kendi iradesiyle gerçekleşmiyor. İnsanı bu hayata gönderen rahmet, meveddet ve kerem sahibi bir Yaratıcı var. Bu dünya bir imtihan dünyası. Bu dünyada iman eden ve salih amel işleyenler ebedî saadete ulaşacak. Ölüm insanın bütün sevdiklerinden ayrıldığı “yok oluş” değil pek çok sevilenin bulunduğu âleme gitme vesilesi. Burada kalanlar; söz gelimi eşimiz yahut çocuklarımız, torunlarımız diğer sevdiklerimiz de oraya gidecekler. Orada ebedî hayat bahşedilecek. Ebedî gençlik verilecek. Her türlü bedenî ve ruhî lezzetin yaşanacağı sonsuz Cennet ihsan edilecek. O halde bütün bunlara her geçen gün yaklaşma vesilesi olan ihtiyarlık “rahatsızlık sebebi” değil, memnuniyet sebebi olmalıdır.
Yine iman nûruyla bakıldığında ihtiyarlık insana âcizliğini ve zayıflığını göstererek Kadir ve Rahim olan Allah’a daha çok yaklaşmasına vesile oluyor. İnsanı “sefahate” atan sarhoşluktan kurtarıyor, daha iman dolu, daha itaat dolu, daha duâ dolu hayat yaşamasına kapı aralıyor. Bu yönüyle de ihtiyarlık “başka bir sevimliliğin adı” oluyor.
Böyle bir vesile elbette sevilir ve böyle bir vesileden elbette memnuniyet duyulur:
Tıpkı Said Nursî’nin dediği gibi: “…Acz ve zaafın tam zamanı da ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâha makbul şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.”
İhtiyarlığa iman nûruyla bakmanın tafsili elbette bu yazının hacmini aşıyor. Ama böyle bir bakış hayata hayat olduğunda ihtiyarlık; burukluk, umutsuzluk ve hüzün vesilesi olmaktan çıkıp memnuniyet, umut ve sevme vesilesi haline geliyor.
Burada son olarak Said Nursî’nin iman nûru ile bakıldığında insan hayatındaki “ihtiyarlık” döneminin nasıl nûranileştiğini, nasıl sevimli hale geldiğini kendi dünyasında tecrübe ettikleri üzerinden uzun uzun paylaştığı “İhtiyarlar Risalesi”ni mütalâa etmek gerektiğine atıf yapalım!