Geçen günlerde Yeni Asya’da A. Hakkoymaz’ın “Son Mektup’u okurken” yazısından etkilenerek nefsime yansıyanları bir cevap olarak aktarmaya çalışacağım.
Risale okuyanlar lisan-ı münasiple konuşurlar ve asla asık suratlı olmazlar. Risale okuyanlar; kuş seslerine kulak kesilirler, kedilerden habersiz yaşamazlar, yıldızlara göz kırparlar yani her şeye mana-yı harfîyle bakarlar.
Risale okuyanlar, bir rüzgârda savrulanlarla beraber savrulmazlar; onların izleri, tozları, sözleri kaybolmaz, Üstadları daima, Risale Nur’lardır.
Risale okuyanlar; soruların, hikmetin kapısından uzaklaşıp başka yollara yaklaşmazlar.
Risale okuyanlar; bir yerde doksan dokuz cani, bir masum varsa oranın ateşe verilmeyeceği düsturuna uyarlar, yani adalet-i mahza taraftarıdırlar.
Risale okuyanlar; makam, mevki gibi dünyevî tekliflere bakmazlar.
Risale okuyanlar zalim propagandanın içinde olmazlar ve zalim siyaset yüzünden kimilerine (!) tebessümü bile çok görenlerden olmazlar.
Risale okuyanlar, alıp verdikleri nefeslerinin her zaman farkındadır ve kendilerinin “şükür fabrikası” olduklarını hiçbir zaman unutmazlar.
Risale okuyanlar, aralarında: “Muhabbet devam etsin, şûra kuvvet bulsun.” denmemiş gibi davranıp muhabbeti yaralamazlar.
Risale okuyanların derdi imandan sonra hürriyettir.
Risale okuyanlar, her şeyin konuşulduğu şeffaf bir Meclis’ten yanadırlar.
Risale okuyanlar, daima hukukun üstünlüğünden ve kanun hâkimiyetinden yanadırlar.
Risale okuyanlar; her mekanda lisan-ı münasiple söylerler, anlatırlar.
Risale okuyanlar, öncelikle kendini okurlar ve “İn ecriye illâ alâllah” diyerek, ücret ve mükâfatlarını sadece Allah’tan ümit ederler.
Risale okuyanlar, “Vela teziru vaziretun vizra uhra [Birinin hatasıyla; onun yakınları, akrabası ve mensup olduğu cemaat mes’ul tutulamaz]” olan Kur’an düsturuna uyarlar.
Risale okuyanlar; mutlaka ya dost, ya kardeş ya talebe olurlar.
Bütün bunlara ilave olarak Barla Lâhikası’nda 234. Mektup’ta Hulusi ağabeyin tespitleri çok önemli: “Hazret-i Üstadın gösterdiği yol, aynen Kur’ân’ın cadde-i kübrâsıdır; ondan ayrılmayalım, hizmetten kaçmayalım, fütur getirmeyelim. Sermayesi yalan ve yalancılık olan siyaset propagandaları, sû-i kesbimizle kazanılan ve bugün tevarüs edilen fena şeylere karşı, kaderi ittiham derecesinde muradullaha müdahaleye cesaret etmeyelim. Biz abdiz; sebeb-i hilkatimiz, Seyyidimizi, Yaratanımızı, Râzıkımızı bilmek ve bulmaktır. Hülâsa-i mevcudat olan Peygamberimiz vasıtasıyla inzal ve ikram buyurulan Kur’ân’ın ahkâmına ve o Hazretin sünnetine tevfik-i harekete bezl ü gayret edelim. İşte o Nur elimizde mürebbî, yanımızda muarrif, aramızda Nurları neşre, mürebbî ve muarrifimizi dinlemeye çalışalım. Biz vazife-i ubudiyeti yapalım, netice-i mükâfatı, Hâlık-ı Rahîmimize bırakalım. Yekdiğerimize en büyük yardım olan duayı da esirgemeyelim.”
Bu konuda son sözü elbette Üstad’a vermek gerekir: “Talebeliğin hâssası şudur ki: Yazılan Sözler’e kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif etmiş ve yazmış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olanlara iblâğına [ulaştırılmasına] çalışmaktır.”
(Barla Lâhikası 252. Mektup)