İttihatçıların en büyük günahlarından biri de, ırkçılık illetini bu milletin arasına sokarak, büyük ve uzun vadeli bir fitne hareketine sebebiyet vermeleridir.
Evet, bundan yüz küsûr sene evvel İslâm dünyasında ve bilhassa Ortadoğu coğrafyasında tesirli olmaya başlayan Avrupa patentli "Frengî illeti", öncelikli olarak Türklerle Arapların arasını açmayı hedefledi.
Bu illeti kullananlar, bir yandan Osmanlı aydınlarına "Ne Şam'ın şekeri, ne Arabın yüzü" dedirtiyor, bir yandan da casuslar vasıtasıyla Arapları Osmanlı'dan koparmaya ve kendilerine yakınlaştırmaya gayret ediyordu.
Ne yazık ki, bu gayretlerinde bir ölçüde muvaffak oldular. Osmanlı aydınlarının yüzünü Batı'ya, sırtını ise Araplara döndürdüler. Sonra da, "Türkleri sırtından" vurdurmayı başardılar: Sırtını döneni vurmak, elbette ki daha kolaydı.
Araplarla düşmanlıkta başarı sağlandıktan sonra, sıra başka düşmanlıkları tetiklemeye gelmişti. Sırada Müslüman Kürtler vardı.
*
Türkiye'de 1910'lardan itibaren Türk olmayanların fikriyatı öncülüğünde Türkçülük hareketleri başladı.
Yahudî, mason ve dönmelerin tesiri altına giren bozuk İttihatçılar, ülkede bir "Türkleştirme politikası"nı başlattılar. Türk Ocaklarının kurulmasına ve faaliyetlerinin yaygınlaştırılmasına alenen destek ve kuvvet verdiler.
Bu ocakların hücûm okları ise, ağırlıklı şekilde Kürt vatandaşların üzerine doğru yönlendirildi. Haliyle bu durum bir "aksülamel" meydana getirdi.
Aksülamelin kurbanı olan bazı Kürt aydınları da harekete geçti ve 1918'de ilk siyasî Kürt teşkilâtını kurdu: Kürt Teali Cemiyeti.
Bu cemiyetin en aktif aktörlerinden olan Celadet Bedirhan'ın tâbiriyle, "İtiraf edeyim ki, Türk Ocakları ne kadar Türkçü yetiştirdiyse, o kadar da Kürtçü yetiştirdi." (M. Kemal'e Mektup, s. 22.)
Esasında, son yüz sene içinde insanlarımızın huzurunu kaçıran, onları tarifsiz acılara gark eden bu "menfi milliyetçilik" illetinin kaynağı dahilde değil, kesin olarak hariçtedir. Yani, bozulmuş "İkinci Avrupa"dır.
Fakat, ne yazık ki, fitnenin âleti haline gelen bir kısım gafil insanlar, bu illete sahip çıktılar, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Sonradan da birbirinin gözünü oymaya çalıştılar.
Nice teessüfler olsun ki, aynı fitne ateşi bizden can almaya, yürek yakmaya devam ediyor.
*
Bu tür fitnelerin önüne nasıl geçileceği, yakıcı fitne ateşinin nasıl söndürüleceği aslında bellidir.
Asr-ı Saadetteki muhacir-ensar yardımlaşma ve dayanışması, bunun en güzel, en çarpıcı örneğidir. Kezâ, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve etrafındaki sâdık, halis, fedâkâr talebeleri ve ihvanlarının durumu, bu zamana mahsus bir başka örnektir.
İşte, bugün için Türkiye'de yaşayan hemen bütün Türkler ve Kürtler, bir bakıma muhacir ve ensar konumunda bulunuyor. Hemen herkes, şu ya da bu sebepten dolayı doğduğu yerin dışında, yani bir başka şehirde, kasabada, köyde yaşıyor.
Ve bu insanlar birbirine düşman edilmek, vurdurulup kırdırılmak isteniyor. Fitne odakları bu fecî oyunu oynamak istiyor.
Oyunu bozmanın yolu ise, evet ensar ruhuna sahip olmaktan geçiyor. Bu ruh ve anlayışa sahip olanlar, düşman gibi gösterilmek istenen kardeşine hiç tereddüt göstermeden sahip çıkmak, onu savunmak ve ona her bakımdan yardımcı olmak durumundadır.
Ensar ruhunu benimsemek, böylesi bir fedakârlıkta bulunmayı gerektiriyor. Evet, Türk ve Kürt kardeşler, kendilerini değil, yekdiğerini savunacak ki, fitnekârların hevesleri kursaklarına hapsolsun.
*
Bediüzzaman diyor ki:
Ey efendiler!
Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad (şahit) edebilirim. (Tarihçe-i Hayat, s. 202)