Türkiye’de kategorik olarak belli başlı iki türlü bir “yaranmacılık yarışı” var. İkisi de M. Kemal, Kemalizm ve Atatürkçülük etrafında dolaşıyor.
Birincisi: Ekran-mikrofon Atatürkçülüğü;
İkincisi: Mustafa Kemal meddahlığı...
Oldum olası, bu iki tür yaramacılıktan da hazzetmem; mümkün olduğunca da bunlardan uzak durmaya çalışırım.
Böyle davranmakla da, aklen, fikren, rûhen, vicdânen gayet rahat oluyorum.
* * *
Şimdilerde “19 Mayıs” merkezli “Gençlik Haftası” başladı ya, siz bakıp seyredin artık “yaranma yarışları”nı...
Övgüler, sevgiler, meddahlıklar..., hani sadece “resmî protokol” sınırları içinde kalsa, tamam dersiniz; söylenenleri “rüşvet-i kelâm” kàbilinden sayar geçersiniz.
Ne var ki, söz konusu “yaranmacılık illeti” sınır, hudut, ölçü tanımıyor. Hatta, öyle ki, mesele “vitrinde boy gösterme” çabasından da taşarak, gide gide tâ işporta tezgâhlarına kadar düşüp yayılıyor.
Hem öyle bir işporta arenası ki, neyin sahte, neyin orijinal olduğu dahi kestirilemiyor. Kim daha çok bağırıyorsa, kim daha çok kalabalık topluyorsa, o daha fazla satış yaparak kendince bir kazanç sağlıyor.
Baskın gelen seslerin bir kısmı şöyle:
- Gel vatandaş gel! En hakikî Kemalist mallar, en Atatürkçü markalar burda!
- Gel vatandaş gel! Atatürk sevgisini buradan alın! Herkes duysun, bilsin, onu kimse bizim kadar sevemez.
- Gel vatandaş gel! Anıtkabir seferlerine gel sen de yazdır ismini. En iyi turlar bizde. Hatta bedava bile götürüp getiriyoruz. Bizden Atatürkçüsü yok, bilesiniz ha!
* * *
Bütün bu hay-huy içerisinde, bizi en çok üzen yaranmacılık türü ve tarzı ise, kendini herkesten çok dindar gösterenlerin yaptığı gayretkeşliklerdir. Zira, çok sırıtıyor.
Bu kesimden siyasiler, iki sene evvelki 10 Kasım’da yüz binlerce vatandaşı Ankara’ya, Anıtkabir ziyaretine taşıdılar. Otobüslerle bedava götürüp getirdiler.
Yetmedi, başta kadın milletvekilleri ve partililer olmak üzere, katar katar başörtülüleri de Anıtkabir’e götürüp boy gösterdiler.
Peki, bütün bu yaptıkları onlara bir fayda sağladı mı? Yani, şu söz konusu “Atatürkçülükte yaranma yarışı”nın onlara bir getirisi oldu mu? Oyları arttı mı? Daha çok belediye başkanlığı kazandılar mı?
Durum ortada. Yaranmacılık onlara yaramadı, aksine kaybettirdi. Bundan sonra da kaybettireceğine şüphemiz yok. Kim yaparsa yapsın, netice pek değişmez.
***
GÜNÜN TARİHİ: 17 Mayıs 1639
Kasr-ı Şirin Antlaşması
Osmanlı Devleti ile İran Safevî Hükûmeti arasında Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı. (Bu mevki, günümüz itibariylle İran'ın Kirmanşah Eyaletine bağlı şehir.)
İki ülke arasındaki 2185 km.'lik sınırın tâyini başta olmak üzere, daha başka maddelerin de kayıt altına alındığı bu tarihî antlaşma, yaklaşık on beş yıl sürüp giden savaşların ardından sağlanabildi ancak.
Osmanlı'daki saltanat çalkantılarını fırsat bile Safevi, Bağdat ve Basra’dan sonra Anadolu içlerine doğru topraklarını genişletmişlerdi.
Osmanlı, IV. Murad'ın tahta geçmesinden sonra yeniden derlenip toparlanma sürecine girdi. Kudretli padişah, devletin zaafiyet zamanında kaybettiklerini yeniden kazanmanın yolunu tuttu. Sultan’ın bir yıl iki ay süren Revan (Erivan) ile Bağdat Seferi, alınan neticeleri itibariyle tam bir zafere dönüştü.
İşte, sonu zaferle biten ve kalıcı sınırların belirlenmesini netice veren bu tarihî hadisenin ardından, Osmanlı ve Safeviler arasında 730 sene evvel varılan antlaşma ana maddeleri:
1) Bağdat, Basra, Kerkük, Şehrizor ve Şarkî Anadolu Osmanlı'da kalacak.
2) Revan (Erivan) ve Azerbaycan Safevî’nin olacak.
3) Kotor, Mokur ve Kars bölgesinde kaleler, iki tarafça da yıkılacak.
4) Safevîler, sahâbeye, tanınmış İslâm âlimlerine ve eserlerine sövülmesini, hakaret edilmesini yasaklayacak.