Çanakkale ruhunu şiiriyle yaşatan, İstiklâl mücadelesine bizzat katılan, kürsülerden haykırarak milleti uyandıran İstiklâl Marşı şairi merhum Mehmet Âkif Ersoy’u hâlâ herkes tanır ve her vesileyle anar.
Hal böyle olunca onun, ‘Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?’ şeklindeki serzenişinde başka kalıcı mânâlar aramak lâzım gelir. Aslolan, o mısraların hangi mânâda, hangi makamda ve nasıl bir hâletin te’sirinde kalınarak yazıldığıdır.
İşte o mısralar:
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince;/ Günler şu heyulayı da er geç silecektir..
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma;/ Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir?”
Aslında şanlı şairimiz, bu mısralarıyla müthiş gerçekleri nazara veriyor. Dünyanın faniliğine, yer üstünde gezen insanın, maddesi itibariyle bir gölgeden ibaret olduğuna, ömrün geçiciliğine ve rahmetle anılmanın ebedîliğine dikkat çekiyor. Toprak üstünde yaşayanlara tercümanlık ediyor. O kadar güzel tercümanlık yapıyor ve bu mısralar bazı şahıslarda öylesine tam ma’kes buluyor ki, sanki bu mısraları Âkif’den değil de, o şahıslardan işitmiş gibi oluyorsunuz.
Vanlı Ahmed Yücel Hoca da bu mısraların mânâsını bizzat yaşayarak izhar etmiş, hayatının hatimesiyle de ilân etmiştir. Bu ilânat da, izn-i İlâhî ile hava zerrelerinin iletişim aracılığıyla anında Avusturya’da ‘toprakta gezen gölge’mi bulmuş, yakasına yapışmış ve şu satırları yazdırmıştır.
Bu ilânatta ona ait, kendine ait, kendinden olan bir şey yoktur. Bu ilânatta şahsıyla alâkalı mal, mülk, evlâd ü iyal ve bilumum geride bıraktıklarına dair bir beyanat yoktur.
Bu ilânatta mahiyet-i insan, mahiyet-i hayat, mahiyet-i ömür, mahiyet-i nur, mahiyet-i iman, mahiyet-i teslimiyet, mahiyet-i tevekkül, mahiyet-i ihlâs ve mahiyet-i ölüm vardır.
Molla Ahmed, sağlığında da kendinden olanı ‘yok’ sayarak, hatta kendinden bir şeye sahip olmadığına tam inanarak hakikî varlığa kavuştu. Vücudunu Mu’cid’ine feda etti. Kulluğunu idrak ile eda etti. ‘Mutu kable ente mutu- ölmeden önce ölmek’ sırrına erdi. O da, Üstad’ı gibi, “Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” diyebilecek kemâlatı lisan-ı haliyle izhar etti.
Ondan geriye kalanlara dair bir malûmat bize ulaşmış değildir, ölüm haberinden başka!. Ancak biliyor ve inanıyoruz ki, ondan geriye, onun manevî mirasına sahip çıkacak hayırlı evlâtlar ile ‘rahmetle anılmak’ kalmıştır.
Kendisi, Yunus Sûresi’ndeki, “Onlara söyle ki, Allah’ın lütfu ve rahmetiyle -evet, ancak bunlarla- ferahlansınlar. Bu onların dünyada topladıklarından hayırlıdır.” İlâhî fermanına bütün varlığıyla ram olmuştu.
Biz, Nurlarla ve Nur Talebeleriyle, İttihad ve (devamında) Yeni Asya okuyucularıyla tanışmaya başlarken, onu camia içinde Molla Ahmed olarak anılır bulduk. Meğer meslektaşları olan hocalar da onu birbirlerine ‘Nurcu Hoca’ olarak gösterir, öyle tanıtır, öyle tanırlarmış. Aslında bu; o zamanki hocaların Risalelere ne kadar mesafeli durduklarının bir göstergesidir ki, konumuz bu değil.
KISA ANEKDOTLAR
Onu her hatırlayışımda; gözümde, hayalimde, fikrimde ve zihnimde canlanan bir şeyler oluyor ve olacaktır. Uzun boyu, ince-zarif-zayıf bedeni, mazlumane ve masumane bakışıyla gözümün önünde duruyor gibidir. Sözler’de geçen, “Ruh, ceset hesabına zayıflaşır. Ceset, ruh hesabına inceleşir.” Beyanındaki ikinci hal onda çok bariz görünürdü. Yolda başı önde, önüne bakarak yürürken, biri ona hitap ederse, sadece başını çevirmez, tamamen ona dönüp yönelirdi. Söze, -alelekser- ‘Üstad diyor ki’ ile başlardı. İsterseniz fıkıhla ilgili sorun, isterseniz hal-hatır sorun, fark etmez, o hemen sözü dolandırıp ‘Üstad diyor ki’ye getirirdi. Ağabeyler Van’a geldiğinde onunla hususan görüşmek isterler - ki, zaten duyar duymaz o da onların yanına gelir- ince meseleler üzerinde mütalâa yapılırdı.
Bu meyanda bilhassa Sungur Ağabey’in adı geçerdi. Dersleri aksatmamakla beraber, bazen de kasten bırakır, evine kapanırdı. ‘Hoca yine teveccühten kaçtı’ diye arkasından konuşulurdu. Ana hatlarıyla hiç unutmam, 70’li yılların başında Van’ın Ağzıkara (40 km) köyüne bir minübüs dolusu ziyarete gidildi. Camide öğle namazından sonra, köy hocasının Risalelere karşı menfi bir tavır sergilemesi üzerine, biz izzetimizle orayı terk etmek üzere iken, Molla Ahmed Ağabeyin hocayla hususî konuşmasından sonra hoca, hazirundan özür diledi, köy odasına dâvet etti, izzet ü ikramda bulundu. Son kelâm; merhum ağabeyimiz nur içinde kalsın, geride kalanların başı sağ olsun, vesselâm!..