ŞİÖ’nün 15 Eylül’deki zirvesiyle Türkiye açısından AB veya NATO’ya alternatifliliği tartışılmaya başlanmıştır.
Tartışmalar, Türkiye’nin dış politikada özelikle Yunanistan’la Ege Denizi’ndeki adalar meselesinin sert biçimde gündeme gelmesi, ABD’nin 1987’den beri Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne uyguladığı silah ambargosunu 18 Eylül 2022’de kaldırması vd. sorunların da etkisiyle gündem oldu. Hatta tartışmalar, ŞİÖ’nün Türkiye için AB veya NATO’ya alternatifliliği, Türkiye’nin “dış politikada eksen kayması mı, tercih mi, zorunluluk mu?” etrafında yoğunlaştı.
Elbette AB yapısal anlamda ŞİÖ’den oldukça farklı. Ancak NATO ve ŞİÖ’nün güvenlik ve işbirliği örgütü olmalarından dolayı birbirlerine bir miktar benzerlikleri mevcut. Yine de her iki örgütün bulundukları siyasî kutup, coğrafya, strateji vb. anlayışları farklı. Bir de NATO’yu görece demokratik yönetimlere sahip ülkeler oluştururken, ŞİÖ’ya üye ülkelerin yöneticilerinin demokrasiden uzak olduğuna ihtimal veriliyor.
Zaten Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sonrasında Batı bloğundaki yeri netleşmeye başlamış ve 1950’lerden beri de NATO’yla birlikte hareket ettiği bilinmektedir. ŞİÖ’nün NATO’ya alternatifliliği, NATO’yu tartışmalı duruma getirmektedir. Elbette NATO’nun Afganistan’da, Irak’ta ve Libya’daki misyonu süresindeki uygulamalarındaki yanlışlıkları eleştirilebilir. Bazılarını da kabul etmek mümkün değildir. Özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarının ardından, ABD’nin girişimleriyle NATO’da başlattığı dönüşüm, Soğuk Savaş sonrasında NATO’ya “yeni varlık gerekçelerini” belirlemiştir.
ABD’nin 11 Eylül olaylarının etkisiyle, kendi diplomatik literatüründeki “küresel terör” ile “radikal İslam” aynı anlamda kullanılmıştır. Yani Batı’da terör denildiğinde İslam’la bağlantılı örgüt veya şahıslar tahayyül edilmektedir. Böylece bazı çevrelerce NATO’nun, ABD’nin yeni tanımlaması sonrasında İslam’a veya Müslümanlara karşı yönlendirildiği yorumlanıyor. Halbuki, Bediüzzaman Said Nursî’nin “medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir” ifadesinden, İslam’ın silahlı örgütlerce/şahıslarca temsil edilemeyeceği anlaşılıyor.
Ayrıca bugünkü NATO, kurulduğu dönemdeki uluslararası sistemin şartlarının çok ötesindedir. Artık NATO’nun karşısında, Soğuk Savaş’ın unsurlarından Sovyetler Birliği, Komünizm/Sosyalizm tehlikesi, Varşova Paktı, Avrupa’nın doğusundaki Demir Perde, Almanya’yı ikiye bölen Berlin Duvarı vd. kalmamıştır. Soğuk Savaş sonrasında kendisine varlık nedeni arayışına giren NATO, “alan dışı” görevlendirmelerle Afganistan ve Irak’ta bulunmuştur. Bugün gelinen noktada NATO, ABD’nin müttefiklerini bir araya topladığı ve yönlendirdiği örgüt izleniminden kurtulmalıdır. İttifak’ın tek Müslüman üyesi Türkiye’ye ise, NATO’nun daha insanî kimliğe bürünmesi ve ABD’nin terör tanımının revize edilerek, İslam ve terörizmi birlikte kullandırılmaması hususunda önemli görevler düşmektedir. NATO ısrarla radikalizmle mücadele edecekse, Batı’daki “radikal Hıristiyanlar” ve “aşırı sağcılarla” da mücadele edebilir. Türkiye için bazen öne çıkartılan “NATO’nun ikinci büyük askerî gücüyüz” söylemine ek, İttifak’ın tek Müslüman kimlikli üyesi özelliği de kazanıma dönüştürülmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan itibaren Batı’yla muhtelif entegrasyon çabaları içerisindedir. NATO’dan uzaklaşalım, ŞİÖ’ya üye olalım yaklaşımının bugünden yarına gerçekleşebilmesi oldukça zayıf ihtimaldir.