“Dünyanın ve insanların resmini yapmak, aynı zamanda da onlarla yaşamak zordu.” diyor yazar.
Bir düşün; karşında, tozlu sokak kaldırımlarında, yalın ayaklarıyla, sıcağa aldırmadan oynayan çocuklar var. Ve onların neşesine şahit oluyorsun. Yüzlerine bakıp o neşeye adım adım yaklaşmak için yollar arıyorsun. O neşeye dâhil olmak istiyorsun. O gülen çocuklardan biri, elini uzatıp seni o neşeye çeksin istiyorsun. Ama önünde koca bir tuval var. Belki de yetişkinlik budur. Çocukluktan yavaş yavaş tuvalin öbür tarafına geçtiğimiz an yetişkinliğe adım atıyoruzdur.
Önce, neşe nasıl bir şey onu tadarız, sonra resmiyle yetiniriz. Duyguları, duyguların rengine feda ederiz. Tuvalin diğer tarafına geçip ressamlığa soyunduğumuzda, bir daha geçiş hakkı yok mudur diğer tarafa, belki de vardır. Neşeyi tariflemenin o tembel, rahat koltuğundan kalkıp kim neşenin içinde bulsun kendini?
Bir çocuk öyle mi? Duygu vardır, hem de en canlı renklerle. Çizmez o, sadece yaşar, doyasıya yaşar. Soyunmaz ressamlığa. Gıdası boya değildir. “Ne kadar güzel çiziyorum” da değil. “Bu benim sanatım” demez çocuk. Resmin kendisidir çocuk. Neşenin, öfkenin, mutluluğun, sevginin ta kendisidir. O küçük insan, belki bir sanatçı değildir, ama sanattır. Sanat olduğunu bilmeden hem de.
Oturduğumuz yerden ne çok resimler çizdik. Ne çok tarif ettik dünyayı. En güzel tarifleyen benim dedik. Duygudan çok, duygu pazarlayıcısı oluverdik. Bize sanatçı dediler, çünkü övdüler bizi, alkışladılar. Takdir ettiler. Kalkamadık yerimizden, geçemedik karşıya, bazen o tuvali çekip kenara şöyle bir izlemek gerek, resim yapmadan, özlemle. Çünkü gerçek duygulara duyulan özlem de belki gerçektir.