İnsan kendi hayat serüveninde, hayatın ikram, ihsan, hastalık, musîbet, varlık, yokluk özelliklerini yaşayarak yol alır.
Bu yol hiçbir zaman bir ip düzeninde ve doğru uzantısında olamaz. Belki bu hayat çizgisi daire daire ve daireler dairelerin içerisinde gerçekleşir. Kader, çizilen programları bu dairenin çizgileri üzerinde bazen sevinçli, tatlı; bazen de üzüntülü ve acı olarak icra eder.
İnsanın kendi hayatına ait kısımları cüz’î ihtiyarisi ve istekleriyle kullanıldıkça yine kendine mahsus çizgilerle ortaya çıkar. İnsan bunlardan iyi ya da kötü halleriyle mes’uldür/sorumludur. Bunlar için hesap verecektir… Ya ceza ya da mükafat görecektir. Bu dünyadaki yaşadıkları ise ahiret âleminin daireleri için tecrübe ve hazırlık meydanlarıdır.
O zaman insan âfakı, dış daireleri bırakıp daima kendine bakmalı, iç dairelerde kendi hayatına, kendi eliyle, fikriyle, yaşayışıyla, tecrübelerle; müsbet, iyi, faydalı haller kazandırmaya bakmalıdır.
O zaman insanım diyen bir mü’min Müslümana daima başkalarının halleriyle uğraşmak, dedikodu, gıybet ve iftiralarda bulunmak yakışmaz. Ona dinin “dosdoğru ol…” emr-i kudsisi doğrultusunda dinini ve Allah’ın emirlerini hakkıyla yaşamak ve yerine getirmek yeter de artar bile.
Hiç kimse bir başkasının hatasıyla mes’ul tutulamayacağına ve hesaba çekilemeyeceğine göre; başkaları ne yaparsa yapsın illâ ki bizim din ve dinin emirlerini yerine getirmek noktalarından neler yaptığımız, neler yapacağımız önem arz etmektedir.
Bu önemi yapmak, gerekenleri yerine getirmek ise yalnızca kendi üzerimize düşen vazifeleri hakkıyla yerli yerinde yerine getirmekle mümkün olacaktır.