Fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeni’nin himmeti, mecmu-u milletidir.
Güya onun milleti küçülmüş, o olmuş veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymettar olsa da milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir, bin ruhu da olsa feda etmekle iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür.
Halbuki şimdikilere demiyorum; lâkin sizin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, nura girmemiş, İslâmiyet milletinin namusunu bilmemiş, yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülâhaza eder, kısa düşünürdü. Elbette tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza, İslâmî fikr-i milliyetle (Hâşiye: Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır.) onlar gibi temâşâ etseydiniz, kahramanlığınızı âleme tasdik ettirip yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer, Ermeniler sizin gibi sathî ve kısa düşünseydiler, nihayette korkak ve sefil olacaklardı. Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira, bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filân yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, yani üç yüz milyon İslâm’ın uhuvvetlerini ve manevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle satar.
Maatteessüf, güzel şeylerimiz, gayr-i müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-i müslimler çalmışlar. Güya bir kısım içtimâî ahlâk-ı âliyemiz, yanımızda revaç bulmadığından bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş! Hem büyük bir taaccüble görmüyor musunuz ki, terakkiyat-ı hâzıranın üssü’l-esası ve belki din-i hakkın muktezâsı olan “Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar” gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrayı gayr-i müslimler çalmışlar. Çünkü, onların bir fedaîsi der: “Ben ölürsem milletim sağ olsun; içinde bir hayat-ı maneviyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan, “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun, isterse tufan olsun”; veyahut ”Eğer susuzluktan ölürsem, bir damla yağmur yağmasın.” olan kelime-i hamka ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş rehberlik ediyor.
İşte en iyi haslet ki, dinimizin muktezâsıdır. Biz, ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet hayydır, ilelebed bâkîdir. Milletim sağ olsun; sevab-ı uhrevî bana kâfidir, milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşattırır, âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder.” “Ölüm, Nevruz Bayramı günümüzdür.” deyip, nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.
Eski Said Dönemi Eserleri, Münazarat, s. 199